11 Ağustos 2007 Cumartesi

İzmir'e Sabatay Sevi Müzesi tartışmaları

KaynaK: Yeni Şafak "Gündem" bölümü 24.12.2006

Sabatay Müzesi İzmir'i karıştırdı

İzmir Ticaret Odası'nın Portekiz Sinagogu'nda ' Sabatay Sevi' Müzesi kurma girişimi tartışmalara yol açtı. Meclis üyeleri müze fikrine tepki gösterirken, Türkiye Musevi Cemaati Başkanı Ovadia Yahudiliğin, Sabetaistliği kabul etmediğini belirterek sinagogda müze kurulmasına izin vermeyeceklerini belirtti


ŞABAN ARSLAN/İSTANBUL
Ticaret Odası yönetiminin kente bir Sabatay Sevi Müzesi kurulmasını önermesi, İzmir'i karıştırdı. Çarşamba günkü meclis toplantısında, Agora semtindeki Portekiz Sinagogu'nda, 370 bin YTL'ye bir Sabatay Sevi Müzesi kurulması önerisi sunulması bekleniyor. Toplantıda, kurumun 2007 yılındaki 21 milyon YTL'lik bütçesinin de dâhil olduğu 10 maddelik çalışma programı görüşülecek. Bazı meclis üyeleri, öneriye şiddetle karşı çıkıyor.
İzmir Ticaret Odası'nın (İZTO) 65 bin üyesi bulunuyor. İZTO'nun 2006 yılı son meclis toplantısı, önümüzdeki Çarşamba yapılacak. İZTO yönetimi, toplantıdan bir hafta önce, 179 meclis üyesine, Yönetim Kurulu Çalışma Programı ve Bütçesi'nin yer aldığı 425 sayfalık bir kitapçık gönderdi. Kitapçıkta, 2007 faaliyetlerinin ele alındığı 378. sayfasındaki Sabatay Sevi Müzesi başlığı altında yer alan iki paragraftaki şu ifadeler dikkat çekti: “Sabatay Sevi, Musevilik tarihinde önemli yer tutan bir kişiliktir ve İzmir'de yaşamıştır. Hatta Sabataycılık, Museviliğin bir kolu olarak varlığını sürdürmüştür. İzmir'in tarihinde önemli yeri olan olay ve kişiler, kent belleğinin bir parçasıdır. Bu nedenle, Sabatay Sevi'nin Musevi tarihindeki rolünü ortaya koyabilecek ve çeşitli eski eserlerin de yer alacağı bir müze kurulması, müzenin eski bir sinagog veya eski bir binada yapılması düşünülmektedir.”

TURİZME RENK KATACAK

İZTO Yönetim Kurulu Başkanı Ekrem Demirtaş, Sabatay Sevi Müzesi kararının henüz alınmadığını, meclis oturumunda tartışılacağını söyledi. Böyle bir müzenin, 'Müzeler Şehri' yapmayı düşündükleri İzmir'e renk katacağını düşündüklerini anlatan Demirtaş, “Amacımız tamamen turizme renk getirmek. Bu tür renkli kişilerin de dikkate alınması gerekiyor” dedi.

Sabatay Sevi Müzesi fikrini destekleyen meclis üyesi Necmi Çalışkan, İZTO'nun daha önce de kilise ve sinagogların restorasyonu için karar aldığını, bu son projenin de aynı şekilde bir kültür yatırımı olduğunu savundu. Yahudi asıllı Türk vatandaşların İzmir'in kültüründe önemli bir yer tuttuğunun altını çizen Çalışkan şunları söyledi:

“İzmir'i turizm ve kongre merkezi yapmak istiyoruz. Doğal olarak etnografik değerlerimizi korumamız gerekir. İzmir'i uluslararası turizme sunmak, İzmir'in para kazanmasına vesile olacak her değeri yaşatmak istiyoruz. Musevi vatandaşların oluşturduğu kültür İzmir için çok önemlidir. Bu işin felsefesine inanıyoruz. İnsanlar gelsin otellerimizde yatsın, İzmir'de alış veriş yapsın. Sabatay Sevi kültürü 1700'lü yıllarda başlar. Bu kültürün Yahudi kültüründe önemli yer kapladığını düşünüyoruz. Önemli bir kültürel ve folklorik değer yani.”

'MEŞRUİYET' TARTIŞMASI

İZTO'nun bazı meclis üyeleri müze projesine şiddetle karşı çıkıyor. Projeye karşı olan üyeler, İzmir'in en büyük sivil toplum kuruluşu olan Ticaret Odası kullanılarak Sabataycılığın meşru hale getirileceğini savunuyor. Meclis Başkan Vekili Necip Nasır, Sabatay Müzesi'ne karşı olan isimlerden. Böylesine gereksiz bir girişimin, yönetim tarafından son anda geri çekileceğini düşünen Necip Nasır, “300 yıldır gizli olan bir yapılanmanın ticaret odasının gündemine gelmesi yadırganacak bir şeydir. Farklı bir amaçla yapılmış olabilir” dedi. Sabatay Müzesi'nin yapılmasına karşı çıkan meclis üyelerinden bir diğeri olan Salih Büyükuğur, İZTO yönetiminin geçen yıl da sinagog ve kiliselerin onarımı için 3 milyon YTL para ayırdığını ve bu karara muhalefet şerhi koyduğunu belirterek şunları söyledi: “Bu talep Yunanistan konsolosundan gelmiş. Kapalı kapılar arkasında dolaplar dönüyor. İZTO Başkanı Demirtaş bunun kulisini yapmıştır, meclisten geçirir. Çünkü meclis üyelerinin yüzde 30'u, kurduğu şirketlerin de ortağı.” Sabatay Sevi Müzesi'ne karşı olan bir diğer meclis üyesi de Vasfi Çakıroğlu. 2007 yılında, üyelerden toplanan aidatın 170 YTL'den 250'ye çıkarılacağını, toplanan paraların da toplumu dejenere edici, kamplara bölücü konular için harcanacağını ileri süren Çakıroğlu şöyle konuştu: “ Sevi'ye Yahudiler bile karşı çıkıyor, 'Yahudi dönmesi' deniyor. ”


Sabatay Sevi kimdir

1626 yılında Yahudi bir ailenin çocuğu olarak İzmir'de dünyaya geldi. 22 yaşındayken kendisinin 'mesih' olduğunu ilân etti. Gelişmelerden huzursuz olan İzmir Hahambaşılığı, Sevi'yi şehri terk etmeye zorladı. Uzun bir süre Şam ve Kahire'de yaşayan Sevi, 1665 yılında İzmir'e geri döndü. Birkaç yıllık süre içinde Sabataycılık akımı hızla güçlenerek Venedik, Amsterdam, Hamburg, Londra ve bazı Kuzey Afrika kentlerine kadar yayıldı. 1666 yılı başlarında, İstanbul'a gelen Sevi, Osmanlı yetkilileri tarafından tutuklandı. 16 Eylül günü Edirne'de Sultan 4. Mehmet'in huzuruna çıkarıldı. Sevi, din değiştirerek Müslüman olmayı kabul etti. Ancak Sevi'nin din değiştirmesi müritlerinin çoğunu hayal kırıklığına uğrattı. Zamanla itibarını yitiren Sevi, sürgün olarak gönderildiği Arnavutluk'ta, 1676 yılında öldü.



Ortaylı: Müze çok iyi olur

Tarihçi Prof. Dr. İlber Ortaylı, Sabatay Sevi Müzesi'ne destek verdi. Ortaylı, “Böyle bir müze kurulmasını çok önemli buluyorum, çok iyi olur. Sabatay Sevi, dini bir kişilik olmasının yanısıra, tarihi bir kişiliktir, şehrin tarihine katkısı vardır, taraftarları olan meşhur biridir. Bu nedenle, onun adına müze yapılmasını çok anlamlı buluyorum. İnanç turizmine katkısı olur mu o beni çok da ilgilendirmiyor. Sadece tarihi bir kişilik olduğu için bile bir müze yapılmalıdır. Bu fikri destekliyorum. Tarih gizlenmemeli” dedi.


Musevi cemaati: Asla izin vermeyiz

Türkiye Musevi Cemaati Başkanı Silvio Ovadia, İzmir'de bir sinagogda Sabatay Sevi Müzesi açılması konusunda kendilerine başvuru yapılmadığını belirterek, “Bize bu konuda bir bilgi verilmedi. İzmir'deki arkadaşlarımızla görüşüp size bu konuda bilgi vereceğim” dedi.

Daha sonra kendisini yeniden aradığımız Silvio Ovadia, “Yahudi mekanlarında kesinlikle böyle bir müze kurulmayacaktır. Böyle bir müze, başka bir yerde kurulsa bile, Yahudiler için herhangi bir anlam ifade etmeyecektir. Sıradan bir müzedir” dedi.

BİZ SABATAİSTLİĞİ KABUL ETMİYORUZ

İzmir Ticaret Odası ve Büyükşehir Belediyesi'nin, yıkık sinagogları restore etmek için kendilerine başvurduğunu hatırlatan Silvio Ovadia, “Belki o da böyle birşey düşünmüştür. Ama biz bir müzeye izin vermeyiz. Sinagog dışında bir müze kurulursa buraya Yahudiler gider mi gitmez mi bilemem. Ben mesela Amerika'da Kızılderili Müzesi'ne gittim. Sempatimden ya da antipatimden yapmadım bunu” diye konuştu. Yahudilerin Sabatay Sevi'den nefret ettiği görüşüne de karşı çıkan Silvio Ovadia, “Nefret ağır bir kelime. Sabetay Sevi, İzmir'de yaşamış ve bütün Yahudi kitleleri etkilemiş biridir. 300 senelik bir konudur. Yahudiler o zaman şiddetli rahatsız olmuşlardır. Biz Yahudi dinindeniz. Bu din, Sabetaistilği Yahudi kabul etmez. Ama bu tabii ki nefret boyutunda değil” dedi.


Bu müzeye kimse gelmez ki!

Araştırmacı yazar Prof. Dr. Yalçın Küçük, “Bu fikri kim önermişse Sabataisttir” diyerek şu görüşleri dile getirdi: “Sabataistler 'Ben Sabataistim' deme cesaretini gösteremedikleri için müze açma isteklerini başka gerekçelere dayandırıyorlar. Aslında bu girişim, Sabataistlerin kendilerini açıklama süreci içinde yeni bir aşamadır. Bu yüzden benim 'Müze açmak isteyenler Sabataisttir' demem, onları rahatsız etmez.“ Biri adına müze açıldığında, o kişinin çalışma masası, yatağı, kıyafetleri gibi bir çok özel eşyasının sergilenmesi gerektiğini belirten Küçük “ Ancak Sabatay Sevi ile ilgili müzeye koyulacak bir tek fotoğrafından başka hiçbir şey yok” diye konuştu.

YAHUDİLER SEVİ'Yİ SEVMEZ

Bu müzenin inanç turizmine katkısı olmayacağını da vurgulayan Küçük şöyle konuştu: Çünkü Yahudiler Sabataycıları nefretle karşılar ve Sabataycıları Yahudilerin bir kolu olarak değil, sapkınlık olarak görürler. Bu müzeyi Yahudiler ziyaret eder diye yapıyorlarsa aldanıyorlar. Müslümanlar ve Hıristiyanlar da ziyaret etmeyeceğine göre burayı kim ziyaret edecek ki. Bence bu müzeyi, küçük bir grup, kendi dini liderlerine saygıdan dolayı yapıyor.”



Y. ŞAFAK’IN ERTESİ GÜNKÜ DEVAM HABERİ


Sabatay Müzesi kavga çıkarır

KaynaK: Yeni Şafak "Gündem" bölümü 25.12.2006

Portekiz Sinagogu'nun Sevi Müzesi'ne dönüştürülmesinin, Musevilerle, Sabataistler arasında büyük kavgalara neden olabileceği belirtildi

İSTİHBARAT SERVİSİ

İzmir Ticaret Odası'nın (İZTO) 'inanç turizmi'ni gerekçe göstererek Portekiz Sinagogu'nu bir Sabatay Sevi Müzesi haline dönüştürmek için harekete geçmesi ilginç tartışmalara neden oldu. İZTO'nun Sabatay Sevi'nin evi dururken neden bir sinagogu müzeye dönüştürmek istediği de merak konusu. Araştırmacı - yazar Müfid Yüksel, müzeyi Sabataycıların açığa çıkması bakımından olumlu buluyor. Yüksel, Yeni Şafak'ın haberinden anlaşıldığı kadarıyla İzmir Ticaret Odası'nda Sabataycılar bulunduğunu ve bunların Sabataistliği Yahudiliğe eklemlemeye çalıştığını belirterek, “Muhtemelen İzmir'deki Sabataycılar, Yahudiliğin bir parçası olarak ortaya çıkmak istiyorlar” diye konuştu. Yüksel, müzenin mümkün olup olmadığıyla ilgili olarak da şunları söyledi: “Türkiye'de Museviler sıcak bakmayabilir. Nitekim bakmıyorlar da. Zaten Museviler daha çıktığı dönemde Sabataycılığı dışlamışlardı. Fakat öyle sanıyorum ki İsrail'deki bazı çevreler müze işine sıcak bakacaklardır. Nedenini tam olarak çözebilmiş değilim ama İsrail'de bazı çevreler ne hikmetse Sabataycı kimliğin açığa çıkmasını ve ilgi uyandırmasını istiyorlar.”

TEKLİFİN BİR MANTIĞI YOK

Gazeteci Mustafa Aydın da müze teklifinin işadamlarından çıkmasının fikrin altyapısının çok güçlü olmadığı anlamına geldiğini söylüyor: “Ortada çok mantıksız bir durum var. Teklifi akademik camia yapsa bir mantığı olabilirdi. Sermayenin böyle bir teklifle çıkması fikrin altyapısının çok güçlü olmadığını gösteriyor. Bir caminin Sabatay Sevi Müzesi'ne dönüşmesini istemek ne kadar mantık dışıysa bir sinagogun Sabatay Sevi Müzesi'ne dönüşmesini istemek de o kadar mantık dışıdır. Museviler, Sabataycıları kabul etmediği gibi Sabataycılar da kendilerini Musevi cemaatinden görmezler. Sinagogun müzeye dönüştürülmesi her iki taraf arasında büyük kavgalara neden olabilir” Sabatay Sevi'nin evi dururken Portekiz Sinagogu'nun tercih edilmesine bir anlam veremediğini belirten Aydın, “Eğer ille de bir Sabatay Sevi Müzesi kurmak istiyorlarsa Sevi'nin doğduğu evin mülkiyetinin bir şahsa mı yoksa bir vakfa mı ait olduğu öğrenilir ve bu ev bir müzeye dönüştürülür. Buna kimsenin de itirazı olmaz” şeklinde konuştu.

Evi dururken neden sinagog

Portekiz Sinagogu, İspanya'da engizisyondan kaçan Yahudiler tarafından kuruldu. Başhahamlığın kendisini aforoz etmesinin ardından Sabatay Sevi, 500 kadar müridiyle Sinagog'u bastı, kapalı kapısını baltayla kırıp içeri girdi. Ardından da müritleriyle birlikte Yahudi geleneklerine aykırı olarak büyük bir ayin düzenledi. Bu olaydan sonra Portekiz Sinagogu Sabataycıların İzmir'deki üssü haline geldi. Sevi'nin İzmir'deki evinin değil de Sinagog'un müze olarak restore edilmesi bu nedenle bir anlam kazanıyor.

***

YENİ ŞAFAK'IN ÜÇÜNCÜ HABERİ

Tarih: 28.12.2006 Gündem bölümü

http://www.yenisafak.com/aktuel/?q=1&c=5&i=21645&Sabatay/M%C3%BCzesi/teklifinde/geri/ad%C4%B1m

Sabatay Müzesi

teklifinde geri adım

İzmir'de büyük kavga çıkaran Sabatay Sevi Müzesi projesi dün İzmir Ticaret Odası (İZTO) oturumda görüşüldü. İZTO Başkanı Demirtaş, projeyle ilgili teklifi geri çekti.

ŞABAN ARSLAN / İZMİR
İzmir Ticaret Odası'nın (İZTO) Sabatay Sevi'nin görev yaptığı Portekiz Sinagogu'nu müzeye dönüştürme projesi, dünkü oturumda görüşüldü. İZTO Başkanı Demirtaş, tepkilerden çekinerek, projeyle ilgili teklifi son anda geri çekti. Yeni Şafak'ın, İzmir'in Agora semtindeki tarihi Portekiz Sinagogu'nun, İZTO tarafından Sabatay Sevi Müzesi'ne dönüştürülmek istediğine ilişkin haberi büyük yankı uyandırdı. Bir grup işadamı, İZTO Başkanı Ekrem Demirtaş ve Yönetim Kurulu'nun, “İzmir'de inanç turizmini geliştirir” diyerek desteklediği projeyi bir grup muhalif İZTO üyesi İzmir Karaca Otel'de toplanarak görüştü. Muhalif meclis üyeleri, İZTO Başkanı Ekrem Demirtaş ve yönetiminin, gündeme spekülatif projeler getirerek tartışılmasını sağladıkları, bu sırada asıl önemli usulsüzlüklerin yeraldığı maddeleri gizlediklerini söylediler. Muhalif üyeler, sadece Sabatay Sevi Müzesi'yle ilgili bölüme değil, 2007 bütçesinin tamamına ret kararı aldılar.

MÜZE YERİNE BAŞKA PROJE

Dün toplanan İZTO Meclisi, 2006'nın son toplantısını yaptı ve 10 maddelik 2007 yılı bütçe ve programını görüştü. Toplantıda, muhalif üyelerin, bütçeden Sabatay Sevi Müzesi için 370 bin YTL ayrılmasına ilişkin öneriye karşı çıktığının bilinmesi, Yönetim Kurulu'nu tedbir almaya yöneltti. Toplantının hemen açılışında, İZTO yönetiminin, Sabatay Sevi Müzesi yerine, tarihi Kemeraltı bölgesinin restore edilerek turizme kazandırılmasına ilişkin 150 bin YTL'lik projenin önergesi oylamaya sunuldu. Yeni teklif, oy çokluğuyla kabul edildi. Toplantının ilerleyen bölümlerinde söz alan muhalif meclis üyeleri, Musevi cemaatinin bile reddettiği Sabatay Sevi için müze kurulması teklifini eleştirdi.

SABATAY'IN MAHALLESİ YIKILIYOR

İZTO'nun, Sabatay Sevi'nin 300 yıl önce görev yaptığı İzmir'in Agora semtindeki Portekiz Sinagogu'na Sabatay Sevi Müzesi yapma girişimi, Musevi Cemaati tarafından da onaylanmamıştı. Sabatay Sevi'nin oturduğu mahalle, Havra Sokağı'nın yanında, tarihi Agora kentinde bulunuyor. İzmir Büyükşehir Belediyesi, Agora kentinin cazibesini artırmak için Eskiden çoğu Yahudi yerleşimcilerden oluşan, şimdilerde işyeri olan eski binaları yıkarak yeşil alana dönüştürüyor. Agora kentinin yanında yıkımı durdurulan birkaç binadan biri, Sabatay Sevi'nin 300 yıl önce yaşadığı tarihi ev. Evin bulunduğu Namazgah Mahallesi'nin 15 yıllık muhtarı Erol Ertürkmen, “Tüm mahalleyi yıktılar, bir o evi bıraktılar. Orayı neden yıkmadıklarını sordum. 'Burası Sabatay Sevi'nin evi' dediler. Bu evde 10 yıl öncesine kadar bir aile oturuyordu. Sanıyorum etrafı temizlenip onarılacak” dedi.





GELEN TEPKİLER:

-1-
KaynaK: http://www.gozlemgazetesi.com/20061230/haber.php?haberid=3192

İzmir merkezli gazete logosunda kendini "Ekonomiye yön verenlerin gazetesi" olarak tanımlıyor:

İzmir adına konuşmak!

Bir bu eksikti!..
İzmir’de “Sabetay Sevi Müzesi kurulacakmış.” Öncülüğünü de İzmir Ticaret Odası yapacakmış.
İzmir Ticaret Odası Meclisi’nde bir üyenin ortaya attığı bu görüşe, “İzmir Ticaret Odası Başkanı” Ekrem Demirtaş dört elle sarılmış. Hem de “öyle bir sarılmış” ki, İzmir Ticaret Odası’nın bazı üyeleri “Acaba bu fikir Ekrem Demirtaş’ındı da, nabız yoklamak için kulağına fısıldadığı bir üye tarafından ortaya atılmasını mı sağladı” diye tartışır olmuşlar. Sabetay Sevi için çok şey yazıldı, söylendi. “Sabetaycılık” ve “dönmecilik” üzerine bir yığın kitap yazıldı. İnananı var, inanmayanı var, seveni var, sevmeyeni var!.. Prof. Dr. Yalçın Küçük ve Soner Yalçın yazdıkları kitaplarda “her önüne geleni Sabetaycı yapacak kadar” işi abarttılar ve öne çıktılar. “Neyi, neden yapmak istediklerine dair” bir yığın iddia ortaya atıldı. Sabetay Sevi hakkında ben de bir yığın şey okudum, ama hâlâ 380 yıl önce İzmir’de dünyaya gelmiş bu “Dönme Mesih” hakkında “aydınlık ve açık bir fikre sahip olduğumu” söyleyemem. “Sabetay Sevi müzesi yapılır mı, yapılmaz mı” tartışmalarına da karşı değilim, “karşı olduğum” böyle bir müze yapılacaksa, “bunun öncülüğünü İzmir Ticaret Odası’nın yapmasına dair” görüştür. On binlerce üyesi olan bu kuruluşun içinde “her çeşit” inanca sahip insan vardır; “küçük bir azınlık hariç” bu insanların büyük çoğunluğunun “Sabetay Sevi Müzesi için İzmir Ticaret Odası’nın kaynaklarının kullanılmasını isteyeceklerini” hiç ama hiç sanmıyorum. Ne var ki, bir süreden beri İzmir Ticaret Odası’na “Ben yaptım oldu” zihniyeti hakimdir. “Türlü çeşitli sebeplerden dolayı”, sevgili başkan Ekrem Demirtaş’a “güçlü” bir muhalefet yapılamamakta, o da adeta “İzmir şehremini” gibi davranmakta, kendisine “Evet” diyeni kucaklamakta, “Hayır” diyene karşı “en keskin kılıçlarını” kullanmaktadır. Başkan’ın “Böyle bir müze, ‘Müzeler Şehri’ yapmayı düşündüğümüz İzmir’e renk katacaktır. Amacımız tamamen turizme renk getirmek. Bu tür renkli kişilerin de dikkate alınması gerekiyor” sözü, yukarıda birkaç cümle ile anlattığımız görüşümüzün ne kadar doğru olduğunu gösteriyor. Soru şu: İzmir bir “müzeler şehri” olacaksa, bunun kararını “tek başına” Ekrem Demirtaş ve İzmir Ticaret Odası verebilir mi?.. Diyelim ki verebilir, iyi de “İzmir’in bir müzeler şehri olması yolunda atılacak ilk adım Sabetay Sevi Müzesi olursa”, bu ne anlama gelecektir ve “tarih” bu adımı nasıl yorumlayacaktır?.. Sevgili Başkanımız Demirtaş’a soruyorum: Siz, “Müzeler kenti yapılacak İzmir’de ilk atılan adımı Sabetay Sevi Müzesi olarak atarak yola çıkarsanız”, Soner Yalçın’ın “İzmir bir Sabetaycılar kentidir” anlamına gelen “Efendi” kitabındaki görüşü “doğrulamış” olmaz mısınız?.. İzmir’e bir “Sabetay Müzesi yapılacaksa”, bunu yapacak “Sabetaycılar yok mudur” ve “görev” onların değil midir?.. Sevgili Başkan, lütfen İzmirli’nin “size vermediği bir hakkı” gündemde olmak ve gündemde kalmak için “yerli yersiz” kullanmayınız. “Verilmeden kullandığınız” bu hak “İzmir adına konuşmak hakkıdır” ve bu hakkın verildiği makam ve kişiler bellidir!.. Bilmem haksız mıyım?.. HAFTANIN SORUSU DYP’nin başında “AKP’nin cumhurbaşkanlığına da milli görüş kökeninden birini getirerek yürütmenin en tepedeki son kalesini de düşürmek istediğini” ve “bu kalenin düşmesinin ülkeye ve cumhuriyete nelere mal olacağını” anlayamayan bir lider var; acaba Mehmet Ağar “cumhurbaşkanlığı tartışmaları hedef saptırma ve ülkenin gündemini kilitlemektir” demekle ve Deniz Baykal’ı hedef almakla, “Seçim sonrasında AKP ile koalisyon yapmaya hazırım” mı demek istiyor?..

-2-


İzmir'de Sabetay tartışması

İTO'da Sebatay Sevi adına
müze kurma girişimine tepki


KaynaK: http://www.gazetevatan.com/root.vatan?exec=haberdetay&tarih=25.12.2006&Newsid=99805&Categoryid=1

Ajans: DHA 25.12.2006 Vatan gazetesi. (Zafer Mutlu, Güngör Mengi ekibinin gazetesi)

Mesihliğini ilan ettikten sonra dş nyadaki Yahudiler arasında bş yş k yankı uyandıran ve İzmir'de yaşayan Sabetay Sevi'nin müzesini kurmak isteyen İzmir Ticaret Odası'na (İTO) üyelerinden büyük tepki geldi. Meclis üyeleri, "Burası hayır kurumu değil" derken, odayı asli görevlerini yerine getirmeye davet etti.
İTO'nun bu çarşamba günü yapılacak yılın son meclis toplantısında 2007 bütçesi ve çalışma programı görüşülecek. Yeni bütçe ve çalışma programında Sabetay Sevi Müzesi kurulmasına ilişkin getirilen öneri, meclis üyelerinin tepkisine neden oldu.
2005 yılının son meclis toplantısında da İTO'nun bağış, yardım, kültür, turizm gibi kalemler altında bütçeden ayırdığı paylarla ilgili tartışmalar yaşanırken, 2006 yılının son meclis toplantısının da geçen yılki gibi tartışmalara sahne olacağı gözüküyor.
Sabetay Sevi'ye inananların da Müslüman gibi görünüp, Yahudilik dininin gereklerini evlerinde gizlice uyguldağı iddia ediliyor. İTO Başkanı Ekrem Demirtaş, meclis toplantısında ayrıntılı açıklama yapacağını belirterek, inanç turizminden İzmir'in pay almasına yönelik bir öneri olduğunu söyledi. Sabetay Sevi Müzesi kurulmasına tepki gösterenlerden Meclis Üyesi Yalçın Erdoğan, yeni yıl bütçesinin yüzde 34'ünün personel giderleri, yüzde 24'ünün bağış ve yardımlar olduğunu belirterek, "Bu oda Sabetay Sevi Müzesi yapacak diye kurulmadı. Yapılması gereken ticaretin geliştirilmesi. Meslek komitelerine geçen yıl olduğu gibi, bu yıl da 300 bin YTL ayrılırken, temsil yetkisi için 300 bin YTL ayrılıyor. Yahudiler bile kabul etmiyor Sabetay Sevi'yi. Tarikatları da kuralım o zaman. Bunun bir izahı yok. Denizcilik, ihracat, sanayi ile ilgili müze kurulabilir" dedi.

HAYIR KURUMU DEĞİL

Meclis üyesi Salih Büyükuğur da, müzenin kurulmasına tamamen karşı olduğunu belirterek, odanın üyelerine yönelik faaliyetlerde bulunması gerektiğini savundu. Büyükuğur, "Bütçe yanlışlıklarla dolu. Olumsuz oy kullanacağım. Belediyenin, Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın yapacağı işleri ticaret odasının yapmasını üyeler eleştiriyor. Burası hayır kurumu değil. Ticaretin attırılmasına yönelik projeler yapılacağına, aidatlar arttırılıyor" dedi. Büyükuğur, müzenin kurulmasına ilişkin önerinin yönetimden geldiğine inanmadığını, Sabetaycılıkla ilgil localardan gelmiş olabileceğine dikkat çekti.

ÜYELER HESAP SORAR

Meclis Üyesi Vasfi Çakıroğlu da, işadamlarına emrivaki yaparak toplanan paraların, ulufe gibi dağıtılmasının ticaret odasının görevi ve yapısıyla bağdaşmayacağını dile getirdi. Çakıroğlu, "65 bin üye gelir birgün hesap sorabilir. Bütçe anormalliklerle dolu, kabul görmesi mümkün değil. Bütçeye muhalefet şerhi koyacağım. Büyük çoğunluğun da duyarlı olacağına inanıyorum. Basit bir Sinagog tüm Türkiye'ye rahatsızlık verdi. Aidatlar 170 YTL'den 250'ye çıkarılıyor. Buna karşılık Sabetay Sevi Müzesi kurulması tasvip edilebilir değil. Önerinin verilmesi mantık dışı. Osmanlı tarafından sınır edilmiş bir grup" dedi.

MEŞRULAŞTIRMAK DOĞRU DEĞİL

Meclis Başkan Vekili Necip Nasır, müzenin kurulmasının bir getirisi olmayacağını savunarak, "Sabetaycılığın meşrulaştırılmasının doğru olmadığını düşünüyorum" dedi. Meclis üyesi Ahmet Cahit Kırmacı da yönetim kurulunun müzenin kurulmasına ilişkin görüşlerini açıklamadığına dikkat çekerek, şunları söyledi:

"Müzeyle ilgili toplumdan tepkiler alınıyor. İzmir'deki inanç turizmine katkısı olacağı düşüncesiyle yönetim bu öneriyi gündeme aldığı söyleniyor. Ama henüz yönetim kurulunun ve başkanın açıklaması gelmedi. Önce gerekçeleri dinlemek lazım. Haklı gerekçelere dayandırılmadan bu öneri oluşturulmuşsa, bu yönetim kurulunun ve başkanın ayıbıdır. Ticaret odası önce üyelerine hizmet etmeli, sorunlarını ortadan kaldırılmalı. Üyelerin yaralarına merhem olacak bir projeyle karşılaşmadım."

Ermeni gibi gözüken Yahudiler: Pakraduniler Bagratidsler

Ermeniler'i yöneten Yahudiler
Asırlarca Ermeni toplumunu yöneten Yahudi asıllı ‘Pakraduniler’in hikâyesi günışığına çıkıyor...

MUSTAFA AYDIN AKSİYON
Sayı: 591 - 03.04.2006 link:
http://www.aksiyon.com.tr/detay.php?id=23806

Selanikli Sabetaycılar, İspanyol Maranolar ve İranlı Meşhedilerden sonra Ermeniler içinde de Yahudi orijinli bir unsurun 2 bin 700 yıldır varlığını sürdürdüğü ortaya çıktı. Pakraduniler (Bagratuni/Bagratids) adı verilen ve asırlarca Ermeni toplumunu yöneten cemaatin hikâyesi M.Ö 730 yılında başlıyor ve günümüze kadar uzanıyor. İddianın sahibi, araştırmacı-yazar Levon Panos Dabağyan. Yahudi asıllı Pakradunilerin M.S. 1045 yılına kadar Ermenileri “acımasızca” yönettiğini ifade ederken, iddialarına dayanak olarak dünyaca ünlü Yahudi tarihçilerinden Prof. Dr. Abraham Galante’yi gösteriyor. Galante, “Pakraduniler veya Bir Ermeni-Yahudi Tarikatı” adlı kitabında, “Pakraduniler, varlıklarını Juda İmparatorluğu’nun sonlarından (M.Ö. 7. yüzyıl), 20’nci yüzyıla dek sürdürmüş olan Ermeni-Yahudi karışımı bir kavimdir.” diyor.

Bizans’ın krallıklarına son verdiği Pakraduniler, Selçukluların hakimiyetine girdikten sonra yüzyılımıza kadar hayatiyetini cemaat içinde devam ettiriyor.

Hikâye milattan önce 730 yılında başlıyor. O tarihte, Ermeni Kralı Sannasar, Filistin’e yaptığı seferde İsrail Kralı Osee’yi öldürerek, 10 Yahudi kabilesini esir alır. Sonra onları Fırat’ın ötesine, Güney Ermenistan’a yerleştirir. M.Ö. 700’lerde, bu kez Babil Kralı Nabukadnezar, Mısır Kralı Necho ile Kudüs Kralı Yoachim’e karşı bir sefer açar. Söz konusu sefere, Doğu Ermenistan Kralı Hıraçya da büyük bir ordu ile katılır. Hıraçya’nın bu savaşta gösterdiği olağanüstü başarı, Nabukadnezar’ı fazlasıyla memnun eder ve esir aldığı 10 bin Yahudi’nin yarısını Kral Hıraçya’ya hediye eder. Bu esirler arasında İsrailoğulları’nın önemli şahsiyetlerinden Prens Şampat (Smbat/Shampat) da vardır. Şampat, kısa zamanda Hıraçya’nın takdirlerine mazhar olur. Devlet hizmetine alınıp, önemli mevkilere yükselir.

ESİRLİKTEN SOYLULUĞA
M.Ö. l5O’lerde soyunun Hz. Davud’a (as) dayandığını iddia eden ve adı “Pakarad Şampa” olan bir Yahudi, zamanın Ermenistan Kralı Vağarşak’a başvurarak saray hizmetine girebilme talebinde bulunur. Dikkat çekme ve kendini sevdirme açısından Prens Şampat’ı dahi gölgede bıraktığı kaydedilen Pakarad Şampa, Kral Vağarşak’ın en yakın bendeleri mevkiine erişir. Sonunda şaşırtıcı bir şekilde, Ermeni Kralları’na taç giydirme imtiyazı ile 10 bin süvariye komuta etme hakkını elde eder. M.Ö. 90-36’larda Ermeni krallarına Dikran II. (Büyük Dikran) İsrailoğullarına yönelik yeni bir sefer düzenler.

Bu sefer sırasında esir aldığı binlerce Yahudi’yi o da ülkesine götürür. Esirler arasından seçtiği “Aşod” adında bir asil Yahudi’yi özel hizmetine alır. Bu olaylar sonucunda Ermenistan’a yerleşen ve zamanla nüfusları hızla artan esir Yahudiler, sürgün yıllarının sembol ismi Prens Şampat’ın hatırasını kendilerine rehber edinerek, teşkilâtlanıp millî varlıklarını koruyabilme mücadelesine girişirler. Zamanla Ermenilerin yönetimini ele geçiren Pakraduniler M.S. 1045’e kadar Ermenistan’da saltanat sürmeyi başarır.

26 YÜZYILDIR YAHUDİLİKLERİ DEVAM EDİYOR

“Kripto Yahudilik”konusunda uzman olan Türkiyeli Yahudi Prof. Abraham Galante, “Les Pacradounis ou Une Secte Armeno-Juive/ Pakraduniler veya Bir Ermeni-Yahudi Tarikatı / Baskı: 1933, Fransızca İst.” adlı eserinde bu konuda hayli enteresan bilgiler veriyor: “Pakraduniler varlıklarını Juda İmparatorluğu’nun sonlarından (M.Ö. 7. yüzyıl), 20’inci yüzyıla kadar sürdürmüş olan Ermeni-Yahudi karışımı bir kavimdir. Eğin’de, ‘Erzurum-Sivas arasında’, Marmara Denizi’nin Avrupa yakasında ve İstanbul Hasköy’de yaşamış oldukları bilinen Pakraduniler, 26 yüzyıldır Yahudi yönlerini sürdürmekte gösterdikleri kararlılık nedeniyle Portekizli Marano’lar, Selanikli Dönmeler ve İranlı Meşhediler gibi Yahudi kökenli topluluklar arasında sayılabilirler.”

Dabağyan, Pakradunilerin kullandığıisimlerin Ermenilerden farklı olabildiğini söyleyerek; Ermeni tarihçi Gatoğigos Ğorenazi’den şu nakilde bulunuyor: “Simpat adını, ‘Pakraduniler’ oğullarına verirler. Bu isim İbranice’den geliyor ve aslı ‘Şampat’tır. Ermeniler arasında asırlarca pek revaç görmüş olan ‘Pakrat, Simpat, Aşot, Kakik, İsrael, Tavit’ gibi isimlerin Ermeni menşe’li olmadığı bariz şekilde meydana çıkmaktadır.”

Dabağyan, Bizanslı tarihçi Pavstos’un, 3. Asır’da bölgede iskan edilmiş ve kısmen Hıristiyan olmuş Yahudilerin miktarını 400 bin olarak verdiğini de kaydediyor.

DR. GAD NASSİ: DOMUZ ETİ YEMEZLER

Sabetaycılık, Ladino ve Kripto Yahudi cemaatleri konusunda uzman isimlerden araştırmacı-yazar Dr. Gad Nassi, Pakradunilerin 20. yüzyılın ilk yarısına kadar özel gelenekleriyle Sivas/Divriği ile Erzincan/Eğin (Yeni adı Kemaliye) arasındaki bölgede varlıklarını sürdürdüklerini belirtiyor. Nassi’ye göre cemaatin yayılımı, Arapkir, Kapadokya ve Kilikya/Çukurova’ya kadar uzanıyor.

Nassi, Pakraduni soyundan gelenlerin fiziki görünüşlerinin Ermenilerden farklı olduğunu, kafa yapısı olarak Yahudiler gibi Dolikosefal olduklarını kaydediyor. Bir Yahudi-Ermeni’nin evinde vefat gerçekleştiğinde, evin içini tamamen değiştirdiklerini, evde asla su kullanmadıklarını, çünkü ölüm meleğinin kılıcındaki kanı bu suyla temizlediğine inandıklarını belirtiyor. 7 gün iş yapmayıp Yahudilerde olduğu gibi yas tuttuklarını da kaydediyor. Nassi, Pakradunilerin asla domuz eti yemediklerini, cumartesi günü çalışma yasağına uyduklarını, genelde cemaat içinden evlendiklerini ve soyadlarının da Yahudi kökenlerini anlatacak şekilde olduğunu ifade ediyor. Bunun da Ermeniler arasında “Yahudiliğin bir uzantısı” olarak değerlendirildiğini söylüyor. Nassi, Pakradunilerin, ticaret ve finans alanında çok becerikli olduklarını kaydederken, benzer bir grubun da geleneklerini koruyarak 19’uncu yüzyıla kadar Gürcistan’da Gürcüler içinde hayatiyetini devam ettirdiğini ifade ediyor.

RAFIZÎ ERMENİLER KİM?

Fransız Mareşali Horace Sebastiani, Türkiye Ermenileriyle ilgili 1814 tarihli raporunda Ermenileri normal Ermeniler ve “Rafiziyyun/Rafiziler” olarak ikiye ayırır. Dabağyan “Osmanlı İmparatorluğunda Şer Akımlar” kitabında bu raporu değerlendirirken, Fransızların Türkiye’deki etnik yapıya daha 1800’lü yılların başında bile ne kadar hâkim olduklarının anlaşıldığını ifade ederek şöyle tepki veriyor:

“Selçuklular devrinde, Alparslan’ın saflarına geçerek, Bizans’a karşı savaşan ve sonradan İslam dinini kabul eden Ermenilerin büyük bir kısmı, bilâhere ‘Alevi Mezhebi’ne geçmiş ve öyle kalmışlardır. (...) Demek ki, Mareşal Horace Sebastiani, Fransa’nın Türkiye üzerinde taşıdığı gizli emellerin tahakkuk sahasına aktarılacağı zaman, Osmanlı topraklarında yaşayan bilumum unsurlardan istifade edebilmek için Anadolu topraklarında yaşayanları da iyiden iyiye tetkik etmiş veya ettirmiş!”

Ermeni asıllı Türk vatandaşı yazar Torkom İstepanyan ise Pakradunilerle ilgili şu değerlendirmede bulunuyor: “Türk-Ermeni kardeşliğinin başlangıcı 11’inci yüzyıl ortalarına dayanır. 1064’te Pakraduni Ermeni Krallığına Bizanslılar tarafından son verilince, Bizans zulmüne dayanamayan Ermeniler Türklerin himayesine sığındılar. Bu devre onlar için huzur oldu. Vatanlarına sımsıkı bağlandılar. Türkler tarafından bunlardan’ bazılarına ‘Amiral’lik unvanı verildi. Böylece ilk Türk-Ermeni dostluğunun temeli atılmış oldu. Bu kardeşliğin en güzel kanıtı da bugün dünyanın dört bucağına serpilmiş olan Ermeni toplumunun günümüze dek varlığını sürdüren Türkçe kökenli soyadlarıdır. Örneğin, Romanya doğumlu olduğu halde dünya Ermenilerinin Ruhani Reisi Gatogigos Vazgen I’in soyadı ‘Balcıyan’dır.” (Sorun olan Ermeniler / Suat Akgül, Ali Güler, Türkar Yay. İst. 2003. s: 402)

“ERMENİ İSYANLARININ ARKASINDALAR!”
Yazar Levon Panos Dabağyan, Ermeni meselesinin can damarını teşkil eden “1. Zeytun İsyanı’nın” arkasında Fransa ve Vatikan’ın bulunduğunu, isyanın düzenleyicilerinin Pakraduniler olduğunu ileri sürüyor. Dabağyan, Zeytunluların kökeniyle ilgili olarak şöyle diyor: “Ani Beldesi’nin Bizanslılara geçmesinden ve Bizanslıların Ermeni katliamından sonra, Anadolu’nun muhtelif bölgelerine dağılan ‘Pakraduni Hanedanı’ mensupları Haçin ve Zeytun havalisine yerleşmişlerdi. Dolayısıyla (Fransa’nın gönderdiği Katolik Ermeni) maceracı Leon, Ermenileri isyana teşvik için gerçekten en münasip bölgeleri seçmiş demekti. Zira, Pakraduni Hanedanı, zaten birtakım entrikalara müsait ve gayri Ermeni bir unsur idi.”

Dabağyan 1862 ve 1895’te iki kez denenen isyanın Türkiye’ye sadık Gregoryan Ermenilerin destek vermemesi üzerine akámete uğradığını kaydediyor. Pakradunilerin de hâlâ var olduğunu belirtiyor: “Hâlâ varlar tabii; ama sayıları ne kadar, organizeler mi bilemem. Sanmıyorum. Ancak, bizde birine ‘Pakraduni!’ dedin mi, bu hakaret için kullanılırdı. Çocukken birine kızdığımızda, ‘Pakradunisin ulan sen!’ derdik. Onların ırklarından gelen bir zekâları, müztehzi bir bakışları, hesapçı, işini bilir bir yapıları vardır. Tarım ve zenaattan çok hep ticaretle, para/finans işleriyle uğraşmışlardır.”

10 Ağustos 2007 Cuma

AYTUNÇ ALTINDAL: CABİRİLER VE VATİKAN

Kaynak: www.aksam.com.tr 11 Nisan 2005 http://www.aksam.com.tr/arsiv/aksam/2005/04/11/yazidizi/yazidiziprn1.html

AYTUNÇ ALTINDAL'IN AKŞAM GAZETESİNDE YAYINLANAN ÖNEMLİ YAZI DİZİSİ:

Vatikan'ın gizli yüzü
BU DİZİYE NEDEN BAŞLIYORUZ

Bizim gazetemizde Engin Ardıç'ın giriş yazısıyla başlatılıp sonra yayınlanan 'Marduk geliyor mu' başlıklı diziden sonra (diziyi kaleme alan da) konuyu Türkiye'nin gündemine ilk kez '2012 Marduk'la Randevu' adlı kitabıyla taşımış olan Burak Eldem'di. Bazı gazetelerin bizi takip ederek, arkamızdan koşarak heyecanla konuya bir ucundan girmeye çalıştıklarını gördük. Bu tür konulara az bilgiye dayanılarak girildiğinde olabilecek vahim hataları da o gazetelerin yazılarından anladık. Kafa karışıklığı ve cehalet nedeniyle o gazetelerin dizilerinde birbirinden bağımsız olan birçok konu birbirine karıştırılmış, fikir curcunası yapılmış ve sonunda da ortaya neyi anlatmak istediği belli olmayan yazılar çıkmıştır.Biz bir süre bizim başlattığımız bir konuyu takip etme çabalarının yol açmış olduğu bu anlamsız debelenmeleri izledikten sonra, bari konuların doğrusunu yazalım da okuyucularımız ve meslektaşlarımız bilgilensinler dedik. Gizlenmek istenen tarihin uzman yorumcusu ve Katolik Kilisesi üzerine dünya çapında uzman olan Aytunç Altındal ricamızı kırmadı ve bugün başlayan ve yarını sabırsızlıkla bekleyerek okuyacağınıza emin olduğum bu diziyi kaleme aldı.Eksik bilgiyle heyecanlı bir şekilde meselelerin üstüne atlayan meslektaşlara tavsiyem şudur: Bilin ki gizemlerin tarihi ve anlamı da kendine göre bir bilimdir. Hiç çaba sarf etmeden bir tek Dan Brown'ın kitabını heyecanla okuyup da sonra bilgi sahibi olduğunu zannetmek hem komiktir hem de sizin yaptığınız türde yanlışlar yapmaya iter insanı... Bugün başlayan dizimizi, konu hakkında gerçek bilgi sahibi olmak isteyenlere tavsiye ediyorum.
Serdar Turgut***
Hangisi gerçek İsa mı,
Apollonius mu?

Gerçekte İsa Mesih diye birisi hiçbir zaman varolmadı. Hıristiyanlığın gerçek kurucusu Yahudi asıllı İsa değil, Anadolulu pagan Tyanalı Apollonius'turBu iddia ilk kez İS 217-220 yılları arasında Doğu Roma İmparatoru Domitian'ın bilge eşi İmparatoriçe Julia Domna'nın imparatorluk arşivindeki belgeleri vererek Flavius Philostratus adlı ünlü bir yazara hazırlattığı kitapta ortaya atılmıştır. Kitapta, Tyanalı Apollonius'un yardımcısı Ninovalı Damis'e emanet ettiği yazıları ve gezi notlarıyla mektupları belgeleriyle açıklanmıştı. Buna göre İsa ile aynı tarihte doğmuş olan bu kişi, çeşitli mucizeler yapmış, bir şifacı ve büyü üstadı olarak tanıtılmıştır. Kitapta, Apollonius'un yaşadığı dönemde ve Flavius'un günlerinde 'insan suretindeki tanrı' adıyla tanındığı vurgulanmıştı.

300 kitapta aynı iddia
Nedir ki Apollonius'un yaşamı ve eserleri İS 325 yılında İmparator Konstantin tarafından toplanan 1. Ekümenik Konsil'de alınan gizli bir kararla Plagiarisma=İntihal yolayla İsa Mesih'e atfedilmiş ve Anadolu Ermiş Kilise tarafından adı ve eserleri ortadan kaldırılarak tarihten silinmiştir.16. Yüzyıl'da başlayan Reform Hareketi sırasında Apollonius'un yaşamı ve eserleri özelikle Arap bilim adamları tarafından yeniden Batı dünyasına tanıtılmış ve böylece adı yeniden gündeme gelmiştir. Apollonius'un Arapların arasında yaşadığı ve burada Balinius adıyla tanındığı özelikle ünlü matematikçi Razi ve kimyanın kurucusu kabul edilen İbn-i Hayyan tarafından yazılmış olan kitaplarda uzun uzadıya anlatılmıştı.Kilise bütün bu yayınlara karşı Apollonius'un çok tehlikeli bir Okültist=Gizli ilimler üstadı olduğunu ve İsa'dan üstün olmadığını söylemekle yetinmiştir. 20. Yüzyıl'a gelindiğinde yaklaşık 300 kadar kitap yayınlamış ve bunlarda da Apollonius'un Hıristiyanlığın gerçek kurucusu olduğu belirtilmiştir. 1954'te ABD'de Alice Weston imzalı kitap bu tartışmayı daha da alevlendirmiş ve İncil araştırmalarında tartışılmaz gerçeklik olarak kabul edilen İncil metinlerinin aslında tamamen ilk dönem Kilise Babaları tarafından uydurulmuş yalanlar oldukları ve İsa'nın 'sanal' bir roman kahramanından daha fazla bir anlam ve önemi olamayacağı bilimsel ve arkeolojik bulgularla ilkin akademik çevrelerde sonra da basında tartışılmaya başlanmıştır.

Birebir örtüşen öyküler
Tarihte çok az kitap, yüzyıllar boyu sürecek tartışmaların kaynağı olmuştur. Flavius Philostratus'un yazdığı ya da Damis'in tuttuğu notlardan ve İmparatoriçe Julia Domna'ya iletilen belgelerden derlediği 'Tyanalı Apollonius'un Yaşamı' böyle bir tartışmanın odağı olmuştur. Bu kitapta verilen bilgilere göre, Tyanalı pagan Apollonius'un yaşamı ile Yahudi asıllı İsa Mesih'in yaşamı neredeyse birebir çakışmaktadır.Şöyle ki: Flavius'un yazdığına göre, Apollonius günümüzün takvimiyle hesaplanınca, İ.Ö.4. yılında Tyana kentinde doğmuştur. Tyana, birinci yüzyılda Kapadokya'daki en ünlü ve gelişmiş pagan yerleşim alanlarından biri, belki de birincisiydi. Batısında Galatia (Konya ve çevresi), doğusunda Armenia, güneyde Kilikya, kuzeyde Pontus ile komşuydu. Tyana, günümüzde Niğde'nin Kemerhisar ilçesidir.Tyana, Kilikya Boğazı denilen bir geçitte Pozantı'ya (Podandus) ve oradan da Tarsus ve Adana'ya bağlıydı. Bu iki kentte o dönemde en az Edessa (Urfa) ve Carrhae (Harran'ın 1. yy'daki adı) kadar gelişmiş ve uygarlaşmış kentlerdi. Ama Kapadokyalılar, o yıllarda olduğu gibi, ilginçtir,10. yy'da da gözükara, kaba, dikkafalı, söz dinlemez, cesur gibi sıfatlarla anılıyorlardı. Öyle ki, 10.yy'da saray geleneğinde Kapadokyalı demek sert, hoyrat, kabadayı demek anlamına geliyordu.Apollonius'un doğum tarihi ile İsa'nın doğum tarihi, kuvvetle muhtemelen aynıdır. Katolik Kilisesi ile diğer kiliseler arasında bu konuda da sorun vardır.

Tarsus'ta eğitim gördü

Flavius'un kitabından öğrendiğimize göre Apollonius, çok varlıklı ve kültürlü bir ailenin çocuğudur. Ataları Tyana'nın kurucularındandır. İyi bir eğitim ve öğrenim görmüştür. On altı yaşına geldiğine ailesinin isteği üzerine o dönemde eğitim merkezi sayılan Tarsus'a gitmiş ve buradaki Pisagorcu/Apollo'ya bağlı kişilerle tanışmış ve onların öğrencisi olmuştur. Aynı yıllarda, daha genç olarak Aziz Paul da Tarsus'ta eğitim ve öğrenim görüyordu. Bir Yahudi Farisi mezhebinin öğretilerine göre, diğeri de Roma İmparatorluğu'nun asli dinsel sistematiği olan Paganizm'e göre eğitilmişlerdi. Aziz Paul da Tarsus'un yerlisi, zengin bir ailenin iyi eğitim görmüş bir çocuğuydu. Daha sonraki hayatında kendisini, tutucu Farisiler'in 'en' tutucu Farisisi olarak tanımlamıştır. Apollonius ile Paul'un Tarsus'ta tanışıp tartışmış olmaları muhtemeldir. Ancak kesinlikle 'Olmamıştır' denilebilecek bir gerçek vardır. İkisi de, tüm yaşamları boyunca İsa'yı hiç görmemiş ve tanımamıştır.

Lazarus'un dirilmesi
Aziz Paul ileriki yaşlarında, başlangıçta çok karşı olduğu, İsa Mesih olayını yaymayı üslenmiş ve dört Evangelist'in Gospeller'ini vaaz etmeye başlamıştır. İlginç olan, şu ünlü Lazarus olayıdır. Dördüncü Gospel'in yazarı John -ki bunu onun yazdığı belli değildir- İsa'nın Lazarus adlı bir genci 'öldükten sonra dirilttiğini' yazmıştır. (Not: Neredeyse bu Lazarus ve diğer 'sözde' dirilenler, daha sonra tekrar ölmüşler ve bu kez yanlarında İsa olmadığı için, bir daha dirilmek şansını yakalayamamışlardır.)Bu masalda garip olan, John'un son Evangelist olması ve Gospeli'ni İsa'nın ölümünden (İS yaklaşık 27-29 yılları) 60 yıl kadar sonra yazmış olmasıdır. Oysa Claude-Carrierre'nin de belirtiği gibi, ilk Gospel'in yazarı Matthew, İsa'nın hep yanında yer almıştı. Her zaman onunla beraber olmuş, her zaman ona yakın olmuştu ama kendi Gospeli'nde, böylesine inanılmaz bir olaydan tek satırla dahi söz etmemişti.İlginçtir ki, Katolik Kilisesi Apollonius'u karalamak için onun 'cinlerle' uğraşan, şifa getirmek amacıyla 'cinleri' kovan bir büyücü olduğunu yüzyıllardır yinelemektedir. Katolik Kilisesi'ne göre Pagan Apollonius, 'cinlerle' konuştuğunu ve onları yönlendirdiğini öne sürmüş bir 'Sahte Şifacı'dır. Nedir ki, o dönemde 'Cin' ilmi (Demonology) ile sadece Paganlar uğraşıyorlardı. Yahudilerde böyle bir uygulama ve inanç yoktu, olamazdı. 'Cin Kovma' (Exorcism) Paganlara özgü bir 'Şifa' yöntemiydi. Bugünkü tanımlarla söylersek bir tür 'Ruhsal Terapi' ve psikolojik danışmanlık ve 'ruhsal sağım'dı.Doğrudur, 1. yy'da bu dalda da en ünlü kişi Apollonius idi. Şaşırtıcı olan tamamen Paganlara ait olan bu uygulamanın tıpkısı günümüzün Katolik Kilisesi'nde 'resmen' vardır ve rastlantıya bakın ki, yüzyıllardır Kilise'ye bağlı sofu Katolik Papazlar, Kilise'nin gizli bölümlerinde 'cin kovmakla' meşguldüler. Katolik Kilisesi'nde resmen 'Cin Kovma - Cin Çıkarma' dairesi vardır. Ve adı da 'Athenaeum Pontificium Regina Apostolorum'dur. Burada deneyimli papazlar, tıpkı Pagan Apollonius'un yaptığı gibi, ruhsal bunalımlar geçirmekte olan hastalarını 'zapt' etmiş olan cinleri (Demos) çıkartmakta ya da kovmaktadırlar. Şu farklı ki, Apollonius bunu Hindistan'da, Mısır'da ve Askelipos'ta öğrendiği yöntemle 'Doğa' adına yapmıştı. Katolik papazlar, Konstantin'in emriyle 'Devlet Tanrısı' yapılmış olan İsa Mesih ve 'O'nun olduğu söylenen Kutsal Kitap İncil adına yapmaktadırlar. Papazlar neyin adınayapsalar da sonuç bir Pagan pratiğinin, Katolik Kilisesi tarafından gasp edilerek kendisine mal edilmiş olduğu gerçeğini değiştiremez.

Tesadüfün bu kadarı
3.yy'da yaşamış filozoflardan Apoleis ve ünlü Lactantius'un hocası Amobius, Apollonius'un, Musa ve Zerdüşt gibi bir kişi olduğunu yazmışlardı. Gerçekten de, İncil'in Yeni Ahit bölümünde anlatılanların neredeyse tamamını Apollonius 'DA' yapmıştır. Garip ama gerçektir ki, Apollonius'un doğumunda da 'mucize' vardır. Apollonius'un doğumunda onun yeryüzüne Apollo'nun oğlu olarak gönderildiği söylenmiş, Philostratus da bunu nakletmiştir. Yazar bunun o dönemin kahinlerinin yaptıklarını/söylediklerini 'Oracle'lardan kaynaklandığını belirtmiştir. Apollonius 'DA' rastlantı bu ya, tıpkı İsa Mesih gibi mabedleri ve tapınakları dolaşmış ve buradaki 'çarpık ve yoz' dinsel öğretileri eleştirmiştir. Bir farkla ki İsa, Yahudi sinagoglarını, Apollonius ise Pagan tapınaklarını gezmiş ve eleştirmiştir. Apollonius 'DA' tıpkı İsa gibi, faizci ve rüşvetçi tefecilerle tartışmış onların insanlara zulüm ve acı getirdiklerini söylemiş ve onların kentlerde ve de özellikle mabedlerden çıkartılmalarını istemiştir. İncil'de İsa'nın sinagogun avlusundaki tefecilerin para masalarını nasıl devirdiği anlatılmaktadır. Apollonius her gittiği kentte bu kişilerle tartışmıştır.Tıpkı İsa Mesih gibi, Apollonius 'DA' (Deus Absconditus) insanlara kötü huylarından ve uygulamalarından vazgeçerlerse, kendilerine 'yeni bir yaşam' verileceğini muştulamıştır. Bir farkla ki, İsa bu yeni ve 'ölümsüz' yaşamın kendisinden geleceğini söylemiş -ya da Kilise babaları onun ağzından söylemişler- Apollonius ise bunun Pagan Tanrıları tarafından verileceğini öne sürmüştür.Tıpkı İsa Mesih gibi, Apollonius da 'Yeryüzünün' tüm inkanlar için olduğunu hiçbir zalimin ve/veya tiranın yeryüzüne 'El' koyamayacağını ve insanları köleleştiremeyeceğini vaaz etmiş ve insanları zalimlere karşı çıkmaya çağırmıştır. Bir farkla ki, İsa Apollonius gibi bu çağrısının arkasında durmamış ve gösterdiği cesaretsizlik nedeniyle Yahudilerin umutla bekledikleri 'Mesih' olabilme şansını yitirmiştir. Apollonius ise zindanda bile çağrısını yinelemekten çekinmemiştir.Tıpkı İsa Mesih gibi Apollonius 'DA' konuştuğu zaman Peygamber ya da W.C. Frend'in deyimiyle bir 'Yasayapıcı' (Lawgiver) gibi konuşmuş ve söylediklerinin uygulanmasını yanlışların düzeltilmesini, hatalardan dönülmesini sağlamak istemiştir. Bir farkla ki, İsa'nın vaaz ettikleri, muhtemelen 10/15 kişi tarafından hayata geçirilmiş, Apollonius'un sözleri ise tüm Pagan dünyasında yankılanmış ve hayata geçirilmiş. Bunların hayata geçirilmesinde, krallar, imparatorlar, Apollonius'un işaret ettiği yanlışların ve hataların düzeltilmesinde ondan sözünü dinleyerek özel emirler ve fermanlar yayınlamışlardır. Örneğin bir Pagan geleneği olan 'kurban' edilmesinin yanlış olduğunu ilk kez Apollonius tarafından dile getirilmişti.

Göze gözükmeyen tanrı
Sözü uzatmaya ve tümünü karşılaştırmaya sanırım gerek yoktur. Zaten karşılaştırmalar, bu dizinin yazarından çok önce, yüzyıllardır tüm ayrıntılarıyla yapılmıştır. Olayın özü şudur: İncil'in Yeni Ahit bölümünde İsa Mesih'e atfedilen birçok özellik, mucizeler de dahil 'İntihal' izlemini vermektedir. Bunların birçoğu, İsa'nın ağzından çıkmamış sözlerdir. Bunların bir çoğu İsa Mesih tarafından yapılmış işler ve mucizeler değildir. İsa nasıl ki, babasız doğarak 'Baba Tanrı'nın Oğlu' yapılmışsa 'Tanrı Oğlu' yapmak fikri İncil'den en az 1000 yıl önce Hindistan'da ve Mısır'da uygulanan bir gelenekti. Ölü Deniz'de bulunan 'Oumran' belgelerinde İsa'nın da kuvvetle muhtemelen esinlenmiş ve etkilenmiş olduğu Esseneler, İÖ 200 yıllarından beri 'Seherin/Şafak'ın Oğlu/Oğulları' (bene ha-shahar) ile 'Işığın Oğulları' ayırımını yapıyorlardı. Eldeki okunmuş belgelere göre, Esseneler'in Belletici Öğretmeni (maskil) henüzbelirli olgunluğa gelerek/ulaşarak 'Işığın Oğlu' olmamış genç tilmizlere 'Seher'in Oğulları, burada öğreneceklerimizi tamolarak uygularsanız, yeniden yaşam yoluna dönersiniz' diyerek onları uyarırdı, gelenek böyleydi. (and returned to the path of life). Gerçekte İncil'de kendini gizleyen, gözlere gözükmeden İncil'in sayfalarında dolaşan 'Deus Absconditus' (invisible God), göze görünerek bu sayfalarda 'Dolaştırılmış' olan İsa Mesih değil, doğrudan doğruya Apollonius'tur, denilse yanılgı olmaz kanısındayım.
YARIN: 12 MERYEM, 1 İSA
***
www.aksam.com.tr http://www.aksam.com.tr/arsiv/aksam/2005/04/12/yazidizi/yazidiziprn1.html12 Nisan 2005 AKŞAM

Oniki Meryem bir İsa
İncil'de Meryem Ana'nın yanı sıra başka Meryemlerin de adı geçer. Mecdelli Meryem (Maria Magdalena), Yuhanna'nın annesi Meryem, fahişe Meryem, Betanyalı Meryem ve Mısırlı Meryem ilk akla gelenlerdendir.İncil'de adı geçen tam on Meryem vardır ve bunlardan İsa'nın annesi olarak gösterilen 'Bakire Meryem' dışındakilerin kimlikleri koyu bir sis perdesinin ardına saklanmıştır. Bu on Meryem'den hangisinin Maria Magdalena olduğu da belli değildir. Hatta Maria Magdalena'nın, İsa'yı yetiştirmiş olan bir süt anne olduğu bile iddia edilmiştir.İsa Mesih, annesini dışında tutarsak bu dokuz Meryem'den biriyle gerçekten de evlenmiş miydi acaba? Günümüzde çok bilinen ve tartışılan bu konu Hıristiyanlığın 2000 yılına damgasını vurmuştur. Bu tasarımsal evlilik konusunda daha ilk yüzyıldan başlayarak kitaplara konu olmuş sayısız tartışma yaşanmıştır. Şimdi kısaca bu tartışmalardan bazılarını görelim.

Hangi Meryem?
İlkin İncil'de yer alan şu on Meryem'i görelim. Bunlar sırasıyla, İsa'nın annesi Kutsal Bakire Meryem, Havari James'in annesi Meryem, Evangelist=İncil'in dördüncü kitabının yazarı Yuhanna'nın (John) annesi Meryem, kim olduğu bilinmeyen ve esrarengiz bir kadın olarak kalan ve sadece 'ÖTEKİ' (Other) diye tanıtılan Meryem, fahişe Meryem, Mary Jacoby diye adı ve soyağacıyla belirtilmiş olan Meryem, Maria Magdalena (Mecdelli Meryem), Mark'ın yazdığı ikinci kitapta adı geçen Bethany'li Meryem ve son olarak da Mısırlı Meryem'dir. İlginçtir ki 16.yy'da iki Meryem daha eklenmiştir bu listeye.Şöyle ki, İsa'nın annesi Meryem'in annesi Hannah (Anna) İncil'de anlatıldığına göre kısırdı. Bu aynı zamanda tüm Kutsal Kitap'taki beşinci kısır kadındır. Daha sonra, Tanrı'nın lütfuyla hamile kalıp Meryem'i doğurmuştur. 16.yy'da bu klasik anlatım bir hayli tartışılmış ve bazı din adamları bunun doğru olmadığını, üçüncü yüzyılda uydurulduğunu ve amacın da İsa'nın annesine kutsiyet atfedebilmek için Kutsal Kitap'taki Abraham (İbrahim Peygamber) ve eşi Sarai'yi örnek alarak Hannah'ı da kısır yaptıkları şeklindeki iddiaydı. Özellikle Protestanlığın ilk kuruluş yıllarında ortaya atılan bu iddiaya göre Hannah kısır değil tam tersine üç evlilik yapmış ve her kocasından bir kız çocuk evlat edinmiş ve üçüne de Meryem adını vermişti. İsa'nın annesinin bu hesaba göre kendisinden yaşça çok genç neredeyse İsa ile yaşıt iki de 'Bebek Teyzesi' vardı. Protestanlar bu nedenle Bakire Meryem'e hiçbir kutsiyet atfetmezler ve onun sadece Tanrı'nın 'Biricik' Oğlu'nun yeryüzüne gönderilmesinde kullanılmış bir araç, daha doğrusu bir tekne (=Vessel) olduğunu öne sürerler.

İsa evlendi mi?

Bu oniki Meryem'den Mısırlı ve Bethany'li Meryemler 17.yy'dan itibaren Maria Magdelena ile özdeşleştirilmişler ve bazı din adamlarına göre bu şekilde anılmışlardır. Nedir ki bu konuda tam bir anlaşma sağlanabilmiş değildir. Bunlara ek olarak yine bu oniki içinde yer alan ve toplumsal statüsü itibarıyle Yahudi cemaatinde daha üst bir düzeyde olan Haham Cleophas'ın eşi Meryem vardır. Bu Meryem de İncil araştırmacıları için bir sorundur. Çünkü bunun işte yukarda sözünü ettiğim Hannah'ın üç kızından biri olma olasılığı vardır. Bu durumda İsa'ya en çok karşı çıkan Haham'ın karısı İsa'nın küçük teyzelerinden biri olmaktadır. Özellikle de 20.yy'da yapılan bilimsel araştırmalara göre İsa'nın, tabii eğer böyle birisi yaşadıysa evlenmiş olabileceği Meryem'in, Maria Magdelena olması gerektiği konusunda genel bir kabul vardır. Yine de bazı araştırmacılar evlilik adayı olarak Bethany'li Meryem'i de göstermektedirler. Onlara göre Maria Magdalena ile Bethany'li Meryem iki ayrı kadındırlar ve ikisi de İsa ile evlenmek istemişlerdir.

Kadınlara yönelik yasak
Çok gerilere gitmeden çağımızdaki tartışmalara bakarsak İsa'nın 'Evlilik' yapıp yapmadığı sorunu ile doğrudan bağlantılı ilk bilimsel çalışmanın 1970 yılında Protestan ilahiyatcı William E. Phipps tarafından gerçekleştirildiğini görürüz. Bu Protestan ilahiyatcı 20. yy'da İsa'nın evli olup olmadığını sorulayan ve 'Evli' olduğunu öne süren ilk akademisyendir. Prof. Phipps, kitabında ilk dönem Kilise Babaları'nın bu gerçeği örtbas ederek İsa'ya Tanrısal bir görev (Mesihlik) atfedebilmek için onu 'Evlilik ve Kadın' düşmanı gibi takdim ettiklerini iddia etmiştir. Gerçekten de İncil'in Herüstik ve Hermeneutik (iki ayrı bilimsel okuma yöntemi) okumalarında İsa, gerçekte olmadığı ve olamayacağı kadar evlilik aleyhtarı ve kadın düşmanı gibi sunulmuştur. Özellikle de Aziz Pavlus (Paul) tarafından yazılan metinlerde kadınlardan uzak durulması istenmiş ve ilginçtir ki kadınların Kilise'ye geldiklerinde en arkada ve başları ve yüzleri örtülü olarak sessizce oturmaları istenmişti. Yine Aziz Paul'un koyduğu bir kurala göre kadınların kutsal metinlere el sürmeleri ve kutsal kabul edilen objelere yaklaşmaları yasaklanmıştı. Bu öylesine sert uygulanmıştı ki, Hıristiyan kadınlar yüzyıllarca İncil'i okuyamamışlar ve ona el sürememişlerdi. Bu saçma yasağı kaldıran ilginçtir ki eşlerini öldürmekle ünlenmiş olan İngiltere Kralı VIII. Henry olmuştu. VIII. Henry, Katolik Kilisesi ile bağlarını kopartarak bağımsız bir Kral olabilmek için mücadele etmişti ve ilk kez bu kral kızını karşısına oturtarak tüm saray mensuplarının önünde Papa'nın yasağını kaldırdığını ve kızının (Elizabeth) İncil'i tutarak okuyacağını açıklamıştır. Böylelikle İncil'in kadınlar tarafından okunabilmesi ilk kez 16.yy'da önce İngiltere'de, sonra da yavaş yavaş Avrupa'da yaygınlaşmıştır!

Örgüt üyesiydi
İncil'de Mecdelli Meryem'in adı, pişman olmuş fahişe olarak geçer. Buna göre, İsa bir gün havarileriyle dolaşırken mesleğini icra etmekte olan bu kadına rastlar ve ona hiçbir söz söylemeden bir süre bakar. Kadın (MM) birden silkinir ve fahişeliği bırakarak İsa'nın aradıkları arasına katılıverir. Bu İsa'nın mucizelerinden biri olarak gösterilmiştir. Oysa özellikle 1960'dan sonra Harvard'lı ilahiyatçılar bu fahişelik meselesinin de tıpkı diğer bir çok uydurma gibi İncil'e sonradan ve özellikle de İmparator Konstantin'in isteğiyle kararlar almış olan İznik Konsili'yle birlikte eklendiğini saptamışlardır. Bu ilahiyatçılara göre Mecdelli Meryem, bırakın fahişe olmayı, gizli bir ezoterik örgütün 'Baş Rahibelerin'den biriydi. Dahası, İsa'nın bilmediği birçok sırrı bu Meryem İsa'ya aktarmış ve onu hem eğitmiş hem yönlendirmişti. Bu iddia özellikle İngiliz ve Amerikalı kadınlı erkekli çok geniş bir ilahiyatçılar topluluğu tarafından savunulmaktadır. Vatikan ise onların bu istekleri ve iddiaları karşısında şimdilik sessiz kalmayı her zamanki gibi- seçmiş görünmektedir. Yine de İncil'in düzeltilmiş yeni basımının hazırlandığı şu dönemde hiç değilse İsa'nın annesi Meryem'in hamileliği ile ilgili bazı düzeltmelerin yapılacağı tahmin edilmektedir.Mecdelli Meryem'in, fahişe değil gizli bir -Mısır kökenli ve İsis çıkışlı- örgüt üyesi olduğuna dair kanıları güçlendiren belgeler 1947'den sonra bulunan ve/veya ortaya çıkartılan bazı ilk dönem İncillerinden ve yine o yıllarda yazılmış ama Kilise tarafından yok edilmeye çalışılmış olan bazı GNOSTİK İncil'lerden kaynaklanmıştır. Bunların en önemlisi işte bu yeni bulunun 'Mecdelli Meryem İncili'dir. Klasik İncil'de fahişe olarak tanıtılan bu Meryem'in Gnostiklerce yazılmış olan yaşamında bambaşka bir profil vardır. Bu İncillerde Meryem 'Dişil İlkeyi' (Sofya=Hikmet) temsil eden bir tür Bilge Kadın ve Baş Rahibedir. Bu iddia İncil terminolojisi ve literatürü için çok tehlikeli bir belgedir, çünkü İznik Konsili'nde İsa, 'Logos' adı verilerek 'Tanrı'nın Kelamı ve Hikmeti' yapılmıştı. Dolayısıyla dişil ilke 'Eril=Logos' yapılarak İsa'ya mal edilmişti.Bu Gnostik İncil'den sonra 1990'larda bu kez bir de 'Gerçek' Markus İncil'i bulundu. Kısaca 'Markus'un Gizli İncil' diye bilinen bu metinlerde de Bethany'li Meryem'in İsa ile olan ilişkileri anlatılmıştı. Klasik İncil'de anlatılandan çok farklı olan bu anlatımda ayrıca 'Öteki' diye adlandırılan kişi olan esrarengiz Meryem'in İsa'ya yardım için uzak bir yerden gönderildiği şeklinde pasajlar vardır.Kısacası klasik anlatımda yer alan fahişelik olayı 'Kadın Düşmanı' Kilise Babaları'nın bir uydurmasıdır, diyebiliriz. Kaldı ki, kesin olan, Mecdelli Meryem'in ve/veya Bethany'li Meryem'in İsa'nın gömüldükten sonra mezarının 'Boş' olduğunu gören ilk kişi olduğudur. Gnostik yazarlara göre ise Üç Meryem bunu birlikte görmüşlerdir. Üçüncüsü Havari James'in annesi Meryem'dir. Bu sonucu Meryem'in ardında İncil'deki 'En' esrarengiz kişi sayılan zengin ve kültürlü bir Yahudi vardır. Bu esrarengiz adam, Joseph Arimeteadır. Gerçekte İsa'nın gömülmesi için yapılan mezar bu adama aitti ve Meryemler'in 'Boş' buldukları mezar buydu -çünkü Joseph Arimetea ölmemişti ve İsa'nın bedenini Çarmıh'tan indirme hakkını Romalı garnizon komutanı ona vermişti...

Kilit adam: ARİMETEA

Joseph Arimetea'yı ilginç ve esrarengiz yapan husus adının Havariler arasında geçmemesine rağmen Dört İncil'de de (Gospellerde) tartışmasız geçmesi ve dördünde de hiçbir değişiklik yapılmadan aynı şekilde zikredilmesindedir.Adıyla ve sanıyla anlatılan bu adam kimdi? Romalı Komutan, İsa'nın Çarmıh'tan indirilme hakkını -bu o dönemde çok önemliydi- niçin İsa'nın annesine veya Havarilere değil de bu adama vermişti? Bu sorular çok önemlidir. Çünkü İsa'nın Çarmıh'tan erken ve henüz ÖLMEMİŞKEN indirilmiş olması olasılığı vardır. Bunu bilen tek kişi işte bu Arimetea idi. İlginç olan Arimetea'nın İsa'yı idama gönderen Yahudi Yaşlı Yargıçlar Kurulu Sanhedrin'in 'En Saygın' Başdanışmanı olmasıdır! Gnostik İnciller'e göre, Arimetea, İsa'yı henüz ölmeden Çarmıh'tan indirmiş ve İsa kendisine çok gizli bir sır vererek onun bu sırra uygun davranmasını istemiştir. İşte bu sır daha sonraki yıllarda Tapınak Şövalyeleri'nin ve Gül ve Haç Kardeşliği Örgütü'nün kurulmasına yol açmıştır.

Judas hain değildi
Prof. Phipps'in kitabı 1970'li yıllara damgasını vurmuştu. Bu kitaptan sonra İncil araştırmacıları başka uyduruk eklemelere ve İsa'nın ağzına söyletilmiş yalanlara rastlamaya başladılar. Bunlardan en ilginçi ise 12. Havari diye bilinen Judas Iscariot ile ilgili olandı. İncil'de anlatıldığına göre bu Havari Romalılar'dan 30 gümüş sikke alarak İsa'yı ihbar etmiş ve onun öldürülmesine yol açmıştı. İlahiyatcılar günümüzde bunun kesinlikle yalan ve uydurma olduğunu kanıtlamışlardır. Diğer bir anlatımla Judas, İncil'de anlatıldığı gibi bir hain değildir. Ne Yahudilerden ne de Romalılardan rüşvet almıştır. Onu intihara götüren nedense, İsa'nın Çarmıh'a gerilerek ölmesidir. Judas da diğer Havariler gibi İsa'nın asla ölmeyeceğine çünkü İnsan Üstü olduğuna inanmıştı. Onu intihar ettiren bu derin düş kırıklığıydı. Kilise Babaları ise Judas'ı, eski bir kehanet doğrulansın diye 'Hain' ilan etmişlerdi... Tıpkı Mecdelli Meryem'i de 'Fahişe' ilan ettikleri gibi...
Yarın: Kutsal Kase'nin sırrı
***
www.aksam.com.tr http://www.aksam.com.tr/arsiv/aksam/2005/04/13/yazidizi/yazidiziprn1.html
13 Nisan 2005 AKŞAM

Kutsal Kase'nin sırrı

Nedendir bilinmez, İsa Mesih'i Çarmıh'tan indiren ve onu 'Beşeri' haliyle son gören ve ona dokunan kişi Joseph Arimetea olduğu halde kendisi Katolik Kilisesi tarafından 'Aziz' ilan edilmemiştir. Oysa İsa'yı görmüş ve konuşmuş olduğu varsayılan kişiler bile geçen yüzyıllar içinde Aziz yapılmışlardı. Katolik Kilisesi'nin Index'inde 10.000'den fazla Aziz ve Azize vardır... Benzer şekilde Meryemler'den de sadece ikisi (Bakire ve Mecdelli) Azize ilan edilmişler, diğerleri görmezlikten gelinmiştir.İsa ile aynı dönemde yaşamış olan Gnostiklere göre İsa son nefesini vermeden Arimetea'ya çok gizli bir sır aktarmıştır. Gnostik İnciller'de anlatıldığına göre bu sır İsa'nın kanıyla ilgilidir. Arimetea bu nedenle bir 'Keşke' (Graal) alıp İsa'nın böğründen akmakta olan kanın bir kısmını toplamıştır. Ancka yine aynı kaynaklara göre İsa, Arimetea'ya eşini (Mecdelli Meryem) ve çocuğunu alarak uzak bir ülkeye götürmesini istemiştir. Bunun üzerine Arimetea yanındakilerle birlikte çok uzağa İngiltere'ye gitmiş ve burada ilginçtir ki Evelach ve/veya Mordrains adlı soylular tarafından korunmuştur. Bu kişiler aynı zamanda 'Kase'yi saklamak için bir manastır inşa ettirmişler ve 'Kase'nin bekçisi olarak da Arimetea'nın kayınbiraderi Brons'u 'Baş Gardiyan/Koruyucu' olarak atamışlardır. Bu bekçilik görevi daha sonra Brons'un oğlu Allain'e geçmiş ve bu kişi de Corberic'de bir şatoya saklamıştır Kutsal Kan Kasesi'ni. İşte bu şatodan yetişen Kral Arthur ve Şövalyeleri Kase'ye sahip oldukları için İnsan-Üstü işler yapmışlar ve ilk 'Gizli' Kardeşlik örgütünü kurmuşlardır.Buraya kadar anlatılanlar Kutsal Kase Efsanesi'nin Batı'daki versiyonudur. Oysa bu efsane ilginçtir ki, 12. yy'da İspanya'da/Toledo'da ortaya çıkmıştı ilk kez. Ve şaşırtıcı gelebilir ama İran/Fars kaynaklı bir kitapta yer almıştır. Efsaneyi Batı'ya taşıyanlar ünlü Tapınak Şövalyeleri olmuştu.Muhtemelen XI. yy'ın sonlarında Toledo'ya getirilen bu Farsca efsane, Latince'ye çevrilmiş ve 'Flegitanis' adlı gerçekte var olmayan bir Katolik'e mal edilmişti. Gül ve Haç Kardeşliği gizli örgütünün 'İmparator' statüsündeki Üstadı (1950'lerde) Lewis Harvey Spence'in yaptığı açıklamaya göre kitabın özgün adı Farsça olarak 'Felekedaneh' idi.İşte bu Cabiri geleneği, Ege ve Batı Anadolu'daki en eski ve etkili okült sitematiğiydi. Haçlı seferleri sırasında ve sonrasında Cabiri 'Sırları' (mysteries) Batı'ya Tapınak Şövalyeleri aracılığıyla taşındı. İlkin Gül ve Haç Kardeşliği örgütü bu sırların çoğunluğuna sahipti, sonra bu örgütün üst üyeleri Masonluk'taki 'Spekülatif ve Operatif' Mason Localarını kurdular. Ünlü din adamı ve okült uzmanı Rev. George Oliver'in 'History of İnitiation' adlı kitabında yazdığına göre özellikle Fransız Masonluğu -Büyük Doğu Locası- tam anlamıyla Cabiri geleneğine göre kurulmuş ve yönetilmişti. Cabiri geleneğinin sembolleri beyaz önlük, çekiç ve demir örstür ve bu asli semboller günümüzün Masonları tarafından da kullanılmaktadırlar.

İsa çiçektir, gül ve Haç'tadır
Gül ve Haç Örgütü'nden daha önce söz etmiş ve 20. yüzyılda bu örgüte üye olmuş ya da bağlantı kurmuş en az bir papa bulunduğunu söylemiştim. Bu Papa'yı tanıtmadan önce Gül ve Haç sembolizminin Hıristiyan Ezoterizmindeki (Batınilik, gizli öğreti) yerine bakalım.İsa Çarmıh'a gerildiği zaman hemen ölmemişti. Büyük bir ıstırap çekiyordu. Bunu gören bir asker dayanamayıp mızrağıyla İsa'nın böğrüne bir darbe vurmuştu. Askerin amacı İsa'nın daha fazla acı çekmeden bir an önce ölmesini sağlamaktı. İsa'nın böğründen akan kan, ayaklarından ve ellerinden çivilenmiş olduğu Haç'ın dibine damlamış ve inanca göre İsa'nın kannın damladığı Haç'ın dibinde birdenbire Güller yeşermeye başlamıştı. İşte bu gül ve kan İsa'nın tensel canıydı. İsa bir çiçek olmuş ve açmıştı. Bu olayda kuşkusuz Haç da önemli bir anlama sahipti. Çünkü Haç olmasaydı İsa'nın karnının Gül'e dönüştüğü de bilinemeyecekti.Ama bu anlatım Gül ve Haç konusundaki sayısız söylenceden sadece biri, belki de en çok kabul görmüş olanıdır. Başka değerlendirmeler de vardı. Ünlü Ezoterist Arthur Edward Waite'ın anlattığına göre Gül, İsa'nın kanı olmasının yanı sıra, Haç'ın esrarengiz mesajını iletmek için kullandığı ışıktır. Yine aynı kaynağa göre Gül, Grekçe 'Çiğ Damlası' demektir ve bu haliyle de İsa'nın Hıristiyan Gnostisizmindeki (Rafızilik) sembolüdür. Aynı zamanda Gül, Ortaçağ'daki yazılışıyla RAS (Rose) Kelam demektir ve sayısal değeri itibarıyle de R= 200; O= 75, S= 90 ve Rose= 365'i vermektedir. Bu nedenle günümüzde kullanılan takvim sistemini kuran Papa Gregory tarafından bir YIL'ın 365 gün olması uygun görülmüştür. Böylelikle İsa'nın yılın her gününe damgasını vurması sağlanmıştır. Bu sistematikte İsa yine Çiçek olarak değerlendirilmiştir. Çünkü NAZARETH kentinden geldiği için kendisine Nazarenli İsa denilen Tanrı'nın oğlu, Nazareth, Çiçek anlamına geldiği için böyle anılmıştır. İşte Gül ve Haç Örgütü, Gül'ün ve Haç'ın bu türden olağanüstü ve mucizevi yönlerinin bulunduğuna inanmış şövalyeler tarafından II. yüzyılda Kudis'te kurulmuş ve günümüze kadar çeşitli dünya olaylarına karışarak gelmiştir.

Masonik Misyonerliği
Hıristiyanlıktan gizli örgütler İsa'nın çarmıha gerilişinden sonra, hatta bizzat onunla birlikte vardırlar demek mümkündür. Örneğin Spekülatif Masonlar, İsa'nın ilk mason olduğunu düşünürler. Bunun geçmişi daha önce anlattığım Templar Örgütü'ne dayanır. Ve temelinde Essene diye bilinen küçük bir Yahudi cemaati vardır. Ne olduğu ve kim oldukları tam bilinmeyen bu cemaat, iddialara göre İsa'yı yetiştirmiş ve Yahudi Krallığı'na sahip olmak istemişlerdir. Ve yine inanışa göre çok gizli ve esrarengiz bir Suriyeli cemaat, İsa'nın öldürülmesinden sonra bu sıraları saklamış ve Haçlı Seferleri sırasında Templar Şövalyeleri tarafından korunan bu küçük cemaat, Avrupa'ya kaçırılmıştır. Burada gözlerden uzak olsunlar diye İskoçya'ya yerleştirilmiş ve daha sonra da Avrupa'ya giderek Templar'ın yardımıyla 'Masonik Misyonerliği' başlatmışlardır. Böylece iki akım doğmuştur. Bunlardan biri Meryem'e dayandırılan 'Dul Kadının Oğulları' Örgütü, diğeri de Sufi Masonluğu'dur. Her neyse, konumuz bu olmadığı için bunu geçelim ve gelelim günümüzdeki en gizli ve güçlü Katolik örgütü OPUS DEI'ye.

Papa I. John Paul'u tahta oturtan örgüt
İsviçreli parlamenter ve toplumbilimci Jean Ziegler'in dediğine göre OPUS DEI, kendisiyle komünizm kadar mücadele edilmesi gereken, gizli çalışan aşırı sağcı bir harekettir. Ve işte Polonyalı Kardinal, şair ve aktör Karol Wojytla'yı, Papa II. John Paul olarak Vatikan'daki tahta oturtan bu örgüttür.Karol, Papa seçilince Cizvitlerin başı Peter Pedro Arrupe hemen muhalefete başladı. OPUS DEI tarafından seçtirilen Papa'yı tanımamakla tehdit etti. 1983'e kadar Cizvitler II. John Paul'a karşı muhalefet ettiler. Bu arada Papa'ya suikastlar düzenlendi. Portekiz'de oturan Arrupe'nin taraftarı bir papaz, Papa'yı tahtında otururken bıçakla saldırarak öldürmek istedi. Papa ise OPUS DEI Vatikan'da tüm dizginleri eline alıncaya kadar bekledi. 1983'te Cizvitlere karşı taarruza başladı. Kişisel yetkisini kullanarak Cizvitlere yeni bir önder seçilmesini sağladı. Bu, 54 yaşındaki Hollandalı Cizvit Hans Kolvenbach'dı. Bu seçimde Papa'nın adamı diye bilinen Kolvenbach'ın seçilmesi Cizvitleri yeniden ateşledi. Bu kez doğrudan OPUS DEI'yi, aynen, Katolik Kilisesi'ndeki mason locaları olarak tanımladılar. Buna karşılık Papa da onları Latin Amerika'da Marksistelrele dayanışma halinde olmakla suçladı. Papa bir risale yayınlayarak Marksizm'i kınadı. Cizvitler de buna karşı Papa'nın Latin Amerika'daki kapitalist sömürüyü, adaletsizlikleri ve işkenceleri görmezden gelmekte oludğunu ve yoksulları insan yerine koymadığını vurguladılar. Konu daha sonra insan hakları tartışmalarına geldi. Cizvitler ısrarla insan haklarını savundular. Papa da köşeye sıkışınca Vatikan'ın daima insan haklarından yana olduğunu yayınladığı bir risaleyle tekrarladı. Tartışma büyüdü. Bu arada Papa, tarihte ilk kez olarak doğrudan OPUS DEI üyesi olduğu açıklanmış olan bir gazeteciyi, 48 yaşındaki ABC gazetesinin Roma muhabiri İspanyol asıllı Jaquin Navorro-Valls'ı Vatikan'ın basın sözcüsü yaptı. Böylelikle sadece kardinallere ayrılmış olan böylesine önemli bir göreve tarihte ilk kez din adamı olmayan, laik bir kişi atanmış oldu. Papa, ayrıca, 1984'e kadar Cizvitler tarafından yönetilen Radyo Vatikan'ın başına da laik bir şahsı atamıştı.Gizli Gelenek denildiğinde anlaşılması gereken nedir? İlkin şunu belirtmek gerekiyor: Gizli kavramı (Secret) bu gelenek içinde 'Okült' anlamında kullanılmıştır. Katolik Kilisesi'nin vahşi saldırılarına maruz kalmış olan alşimist, hermetist, okültist ve ezoteristler 'Gizli' anlamına gelen 'Okült' sözcüğünü kullanmaktan çekinmişler ve bunun yerine sır anlamına gelen 'Secret' sözcüğünü kullanmışlardı.Gelenek sözcüğü de benzer şekilde 'Hafifletilmişti'! Burada 'Gelenek' derken toplumda bilinen ve anlaşılan anlamıyla 'Gelenek' kast edilmiyordu; kast edilen 'Kabala' idi. (NOT: Kabala, sözcük anlamıyla gelenek demektir). Öyleyse 'Gizli Gelenek' denildiğinde insanlığın ilk dönemlerinden beri uğraştığı 'Okült' uygulamaları ile daha sonraki yüzyıllarda, özelikle de 11. ve 12. yüzyıllardan itibaren gelişen ve içinde Yahudi Kabalismi'nin de yer aldığı tüm yasaklanmış ilim ve bilgi kümeleri kast ediliyordu. Bu en geniş anlamıyla 'Gelenek' (Tradition) okült örgütlerinin anladığı ve kullandığı 'Bilim'di. Bunun için de Helen, Yahudi, Roma, Antik Mısır, Sümer, Babil, Hint ve Çin 'Geleneklerinden' fuzyon yoluyla taşınmış ögeler vardı. Ancak en güçlü etki Anadolu ve Orta Doğu coğrafyasından gelmişti. Ünlü Baküs, Ceres, Cybele ve Eleusis, Samothrace kültürlerindeki okültik, hermetik, ezoterik, alşimist uygulamalar bir sentez halinde belirli bir tarikat/örgüt tarafından günümüze kadar intikal ettirilmişti. Bu gizli tarikat 'Cabiriler' adıyla tanınmıştı. Başta Heredot ve Çiçero olmak üzere birçok yazar Cabiri Kültürü hakkında uzun tanıtımlar yazmışlardı. Nedir ki ilk kez 1888 yılında bu kültürün tapınağına ve tanrılarının izine ulaşılabilmişti. Thebes'de yapılan kazılarda Cabiri kültürünün tanrılarından biri olan ve Heredot tarafından 'En Güçlü Büyücü' diye tanımlanan Caberios'un heykeli bulunmuştur.Gizli Geleneğin, Yahudi Kabalizmi dahil her yönüyle uğraşan ve sadece soyluların, zenginlerin ve bilim adamlarının üye olabildikleri ilk 'Açık' Gnostik-Hıristiyan tarikat ve locaları 1767'den itibaren peş peşe açılmaya başlandı. Bunlar tamamen Cabiri Geleneğine uygun, en eski kültür ve kült uygulamalarının taşıyıcıları oldukları bilinen özel örgütlerdi. Krallar, başta II. Frederick, Prensler, başta Thurm und Taxis, soylular ve zengnler bu örgütlere üye olmkuşlardı. Bu dört örgüt şunlardır: 1767'de Avusturya'da Habsburg Hanedan'ının himayesinde kurulan, 'The Academy of the Ancients and of the Mysteries'; 1780'de kurulan 'The Knights of the True Light': aynı yıl Almanya'da Rosicrucian'nın üyeleri tarafından kurulan 'The Order of Jerusalem' ve 1783'de Paris'te açılmış olan, 'The Society of the Universal Auora'. Bu tarikat ve localar, tüm Avrupa'da sadece 'Manevi' planda değil, Kilise-Karşıtı tüm faaliyetlerde başrolde yer almışlar ve Gnostik Hıristiyanlığın yerleştirilmesini yemin etmişlerdir. Ünlü Mesmer, İsveç'teki en etkili Kilise'yi kuran Swedenborg, Fransız şifacı St. Martin, ünlü Pasqually, Willermoz ve örneğin geçmişteki Lavatar ve Eckartshausen gibi mistikler de dahil, adları 17, 18, 19, yüzyıllarda ünlenmiş bir çok entelektüel bugünkü kAvrupa Birliği'nin, 'Kültür Mirasına' işte bu tip gizli örgütler aracılığıyla yön vermişlerdir. Bunlardan bazıları bu gizli örgütlere, 6 yaşındayken 'İnisye' edilmişler ve çok gizli, çok özel bilgilerle donatılmışlardı.

Son söz

Yeraltı okült örgütlerinde sır 'Mystery' anlamında kullanılır, sadece saklanması gereken örgütle ilgili bir bilgi değildir. Bu örgütlerde 'Mystery' kişilerle ilgili değil, 'Uhrevi' bir güçe atfen 'Sır' olarak saklanmaktadır. Örneğin Büyü, Gözgörü, Sihir vb. gibi okültik uygulamaların sonsal kaynağı Tanrı ya da onun yerine kaim edilmiş bir 'Süper Güçtür'. Gizlilik ise, işte bu anlamda anlaşılan 'Mystery'nin (Sırrın) kimseye fark ettirmeden, 'Gizlilik' (Clandestine) içinde toplum(lar)a uygulanması ya da enjekte edilmesi faaliyetidir.Örneğin Komünizm döneminde SSCB'de 'Okült' ilimleri ile ilgili 'Sırlar' bilimsel araştırma 'Konuları' başlığı altında 'Üst tasarım' sahipleri tarafından hayata geçiriliyordu. Daha doyurucu bir örneği İngiltere'den verebiliriz. İrlandalı ünlü yazar George Russel ve dünyaca ünlü şair William Butler Yeats, gizli bir örgütün üyesiydiler. Yeats 1886'da Gül ve Haç'ın sürgünlerinden olan Theosophical Society'ye üye olmuştu. (Russell de aynı örgüte üyeydi). Yeats, daha sonra 1890'da 'Hermetic Society of the Golden Dawn' adlı okültik-hermatik örgüte üye yapıldı. Araştırmacı-yazar Michael Edwardes'in yazdığına göre bu iki yazar, 1916'da patlak veren Paskalya Ayaklanmasına, yazdıkları ve söyledikleri okültik bilgilerle 'milli Ruh' katmışlardı. Edwardes'e göre, bu ikili 'Düşşel' bir İrlandalılık Ruhu yaratmışlar ve 1922'de İrlanda Devleti'nin (kısmen) doğmasına yol açmışlardı. Burada açıkça görüleceği üzere, önce 'Spekülatif' sonra 'Operatif' (silahlı mücadele) olan yaşanmıştır. Toparlarsak, yer altı okülit örgütlerinde 'Sır' belirli bir 'Üst Tasarım' oluşturan ve Spekülatif olan bir 'Mystery'dir. Operatif olan ise, verili 'Üst Tasarım'ın öngördüğü tarzda bu 'Mystery'yı 'Gizlilik' içinde topluma aşılamaktır.
Katolik Kilisesi'ni ne bekliyor
Bugün Vatikan kısa adıyla tanınan dini ve seküler kurum gerçekte son 2000 yıldır sayısız entrika ve oyunlarla ayakta durmuştur. Gelip geçmiş olan 264 Papa'dan en az otuz kadarının doğal ölümleriyle ölmedikleri bilinmektedir. Bu Kilise sadece Tyanalı Apollonius'u değil, kendi katı 'Dogmalarına' karşı çıkan herkesi ortadan kaldırtmıştır. Buna karşılık kendi içinde her türlü büyü ve sihir ile uğraşmış papalar da vardır. Örneğin 22. John bunlardan biriydi. Aynı şekilde Katolik kilisesi tarafından lanetlenmiş olan Mason örgütlerine ve benzeri kuruluşlara üye olmuş sayısız Kardinal hatta papalar vardır. Örneğin Türk Papa diye yutturulan 23. John gerçekte Gül ve Haç Örgütü'nün üyesi yapılmıştı -hem de Türkiye'de görevli bulunduğu sırada!Vatikan ile ilgili en ilginç kehanet ise Nostradamus'tan değil doğrudan doğruya Kilise'nin içinden gelmiştir. Bir önceki Papa John Paul I. ileride Vatikan'ın yer değiştireceğini ve muhtemelen yeniden eski ikamatgahı olan LATERAN'a döneceğini ve kendi içinde Doktrinler açısından büyük bir temizlik yapacağını öngörmüştü.Nostradamus'a gelince. Bu Yahudi asıllı 'Kahin' tüm bilgisini başta İbn-i Arabi olmak üzere Arap/Yahudi kaynaklarından almıştı. Bunların arasında Tyanalı Apollonius'un NUCTEMERON diye bilinen 'Şifreli' deyişleri de vardı. Nuctemeron'da yer alan 12 Kehanet ile Nostradamus'unkiler karşılaştırılırsa aralarındaki farklar ve benzerlikler şaşırtıcı sonuçlar verir. Kaldı ki Nostradamus'u 1941'de dünya kamuoyuna tanıtan Karl Haushoffer olmuştu. Alman Gizli Servisi'nde görevli olan bu akademisyen Hitler veNaziler'in 'Manevi' lideri durumundaydı. 1945'te intihar etti.Vatikan bir gayya kuyusudur. Üç günlük bir yazı dizisinde tamamını anlatabilmek olası değildir. Ancak bu kuruma karşı olan Hıristiyanlar günümüzde artık daha etkili çalışmalar yapmaktadırlar. Ve belki inanması güç gelecektir ama tüm bu gruplar arşivlerinde Tyanalı Apollonius'un yazılarını ve eserlerini saklamakta ve üyelerinden bunları okumalarını istemektedirler.

AYTUNÇ ALTINDAL

Altındal: İsa'nın hayatı kopyadır


Altındal, büyücü Apollonius'u

yere göğe sığdıramıyor, Hz. İsa'ya (kurgu/sanal) diyor!

Gazetenin orijinal başlığı: Hz. İsa'nın hayatı kopyadır

http://www.milliyet.com/2005/04/11/siyaset/asiy.html
(Kaynak: Milliyet gazetesi 11.04.2005)
Röportaj: Derya Sazak


- 'Da Vinci Şifresi'ndeki olaylar da kurgu mu?

Tamamen bir kurgu. Türkiye'nin Niğde ilinin bugün Kemerhisar dediğimiz, geçmişte Tiana diye bilinen -Hititlerin başkenti olan Tuvana- şehrinde Apollonius diye bilinen bir ermiş var. O da İsa gibi babasız doğmuş kabul ediliyor. Pagan. Apollo'nun oğlu diye biliniyor. Doğduğu zaman 'Tanrı'nın oğlu' deniyor. Tarsus'ta, Aziz Paul'un şehrinde eğitim görüyor. Pisagorcu gizli bir teşkilata da üye yapılıyor. Mucizeleri var. İsa ile aradaki fark şu; Apollonius'un mucizeleri Roma imparatorluk kayıtlarında geçiyor. Sıfırla 90 yılı arasında yaşamış. Araplar arasında Balyanus Usta adıyla biliniyor.
Hakkında yazılan kitaplarda 'insan suretindeki Tanrı olduğu'ndan söz ediliyor. Bunu da yazdırmış olan İmparatoriçe Julia Domna. Roma İmparatorluğu diyor ki 'İsa diye birisinin kaydı yok!' Apollonius'un var. Hani o meşhur İsa'nın adam diriltmesi, işte bu olayını Apollonius Efes'te yapıyor, genç bir kızı diriltiyor. Mucize falan değil. Adam gayet net: 'Ben şifacıyım, tabiatta böyle olaylar var, hasta kızı bitkilerle canlandırdım. İkinci kez dirilt derseniz, yapamam.' Yani Tanrı olma iddiası yok.
Daha sonra Kilise Babaları, Hıristiyanlığı Konstantin'e kabul ettirmek için böyle bir olay yaratıyorlar. İşte bu hikâyeyi, Apollonius'un hayatını alıp İncil'de İsa'ya atfediyorlar.

- Hz. İsa'nın yaşamı Niğdeli Apollonius'tan kopya edilmiş öyle mi?

Resmen intihal. Bu intihal sonucunda tartışma o kadar büyüyor ki Tapınak Şövalyeleri'ne, Gül ve Haç Kardeşliği teşkilatına, Masonlara kadar geliyor.

- Neyi savunuyorlar?
Diyorlar ki aslında İsa diye birisi yoktu. Apollonius'un hayatı 1501'de yayımlanıyor, Kilise bunu hemen yasaklatıyor. Hollanda'da yüz yıl sonra Gül ve Haç Kardeşliği teşkilatı kitap çıkarıyor, o da engelleniyor. Onlar Vatikan'ı, 'Apollonius'un hayatını alıp İsa Mesih diye bir Tanrı yaratmakla' suçluyorlar.

- Apollonius Ayasofya'daki İsa mozaiği mi?


Evet, bakıldığında İsa gibi duruyor fakat özel bir şifre var, kaşının üstünde 11 işareti var. Gizli teşkilata girenlere böyle bir işaret konuyor, Apollonius 16 yaşındayken Pisagorcu bir gizli teşkilata girmiş, Urfa-Harran bölgesinde 11. yüzyıla kadar Apollonius'a tapıyorlar. Fakat biz buna Apollonius dersek bizi keserler diye İsa suretinde Apollonius'lar yapıp 11 işaretini koyuyorlar. 1954'te Amerika'da Alice Weston bu olayı güncelleştirdi. 1990'lara gelindiğinde Türkiye'de Kemerhisar kazılarının yapılması meselesini ben gündeme getirdim. Apollonius diye biri var mı, çıksın ortaya diye. Türk hükümeti maalesef buna para ayıramadı.

"Yedi ceddimin ilgilendiği tek konu: Havas ilmi"

Bilinmeyen Yönleriyle Altındal

RÖPORTAJ: Baki GÜNAY 10/3/2005

KaynaK: http://www. netpano. com/newsdetail. asp?NewsID=330

"Kendini sosyalist olarak adlandıran Aytunç Altındal lise yıllarında Adnan Menderes’in idamını protesto etmek için arkadaşları ile okuduğu Kabataş Lisesini yakan Altındal, üç senelik liseyi yedi senede bitirir. Uzun yıllar yurtdışında yaşamak zorunda kalan Altındal yazarlığının yanında aynı zamanda şair’de yazarlığının 40. yılına basan Altındal "Yedi ceddimin ilgilendiği tek konu" dediği ‘Havas ilmi’ üzerine uzmanlaşmış birisi.
Yazar- Şair Tezer Özlü, yanında vefat ettiği zaman, Özlü için şiir bile yazdığını öğrendiğimiz Altındal’ın ilginç bir portresini çıkarmaya çalıştık.
Komünist rejim çökerken Moskova sokaklarında, daha sonra da Maztek denilen Meksika Şamanları ile görüyoruz Altındal’ı. Oralarda ne aradığını sorduğumuzda ise bize verdiği cevap ‘sadece bilgi’ oluyor. Kendini kuvayı-milliyenin sol kesimi olarak adlandırıyor. 15 yıldır bekâr hayatı yaşıyor. 1960 yılında Halide Edip Adıvar’ın yanında öğrenci olarak yazı dünyasına girdiğini söylüyor. Halide hanımın eşinin de Adnan Adıvar da resmi olarak kurulan istihbarat örgütü MAH’ı kuran kişi. Babası da milli mücadele kurulan istihbarat örgütü Karakol’un önemli elemanlarından. olan Altındal’ın ‘Bilinmeyen Hitler", "Laiklik/Enigma’ya Dönüşen Paradigma", "Türkiye ve Ortodokslar", kitaplarından birkaçı. Son kitabı olan ‘Yoksul Tanrı’ isimli çalışmasında Altındal incilin nasıl tahrif edildiğini anlatıyor. London School of Economy’de öğrenim görmüş, senelerce İsviçre’de yasamış, parasını ve zamanını Okültizme, ezoterikaya harcamış farklı biri Altındal.
**

Asıl adınız Aytun iken mahkeme kararı ile Aytunç olarak değiştirdiniz. Niçin böyle bir şeye ihtiyaç duydunuz?

Benim asıl adım Aytun’dur [Tâci'nin notu: İlk adı Osman'dır.]. Ama Türkiye’de bunu Aytunç yaptık. Aytun’un anlamı ‘kendi kişiliğine dönük’ demektir. Ben Çerkez’im Adige kolundan. İsmi değiştirmemiz daha çok ticari. Kitaplarımda Aytun’un kimse anlamaz diye değiştirdim.

Babanızı tanıyabilir miyiz?

Babam benim rantiyeci idi! Rantiye ne demek biliyor musunuz ?

Günümüzdeki anlamı çok iyi değil.

Evet, her zaman onun iyi bir anlamı yok. Babamın göstermelik bir murahhas azalığı vardı. Ama daha evvel ‘Karakol’ teşkilatında çalışıyordu. Babam Beşiktaş’ta 1920-1928 yılları arasında futbol oynamıştı. Beşiktaş’ın kaptanı idi. Ölünceye kadar da haysiyet divanı üyeliği yaptı.

BJK’nın özelliği mi bu. Karakol ve MİT menşeli yöneticileri var?

BJK, çünkü kuvay-ı milliyenin bir takımıdır. Beşiktaş jimnastik Kulübü zaten Anadolu’ya silah kaçırmak için kurulmuştur. BJK asıl rengi kırmızı beyazdı. Balkanlar elden çıkınca matemi simgelemek için siyah rengini almıştır. En son Süleyman Abi, o da MİT’teydi. BJK bizzat milletindir. Diğer takımların arabacı diye tarif ettiği kişilerin takımıdır. Galatasaray masonların Fenerbahçe ise palikaryanın takımıdır. Arabacı diye alay ettikleri Beşiktaş milletin takımıdır.

12 Eylül’den önce yayıneviniz vardı

Ben daha çok yurtdışında yayıncılık yaptım. Türkiye’de Masonlar ile büyük kavgalarım oldu. Her zaman vardı gene var. Dönemin başbakanı Bülent Ulusu da büyük masonlardan biri idi. Benim kurduğum yayınevinin kapatılmasını istedi Ertesi sabah bir manga asker geldi ve burası artık kapandı dedi. Bende yayınevi işlerimi mecburen yurtdışına taşıdım. ‘Havas’ adlı yayınevimi 1972 yılında kurdum. Sonra ‘Süreç’ adlı dergiyi çıkardım. Bunların hepsi kapatıldı.

Yayınevinizin ismi HAVAS, niye bu ismi seçtiniz.

Ben bu Havas yayınevini kurduğum vakit bile Müslümanlar bu ismin ne anlama geldiğini bilmiyorlardı. Bende mahsustan ‘Havadan gelen dolarlar’ diyordum. Bu kelimenin 24 farklı anlamı var. Benim bu kelimeyi seçmenin sebebi TDK’dir. Öğrendim ki birinci TDK toplantısında Mason takımı Havas kelimesini ortadan kaldırmak istemişler. Şöyle ki Müslümanlar arasıdan artık İslamiyet diye bir durum mefhum kalmadı, dolayısıyla Müslümanların akıllarında kalan kavramları hafızadan silmemiz gerekiyor demişler. Birinci kelime olarak da Havası bulmuşlar. Ben bu zabıtları okuduğum zaman bunun için bir yayınevi kuracağım dedim. Benim geçmişim ile orantılı bir kelimedir. Havas. Benim hayatım bu kelimedir.

Daha sonra tiyatro için Uğur Mumcu ile bir piyes yazdınız

Evet, 1980’lerde Uğur Mumcu ile bir piyes yazdık. Hatta o zaman çok ünlü olmayan Levent Kırca’da oynamıştı bizim oyunumuzda. Dört-beş ay önce ilginç bir olay oldu. Bir hanım kız karşıma çıktı ‘vay efendim nasılsınız’ dedi. Bende tanıyamadım kim olduğunu Bana ‘siz’ dedi. Beni ilk defa sahneye çıkartınız sizin sayenizde ilk sigortam oldu. Şimdi çok meşhur oldum dedi. Sen kimsinde diyemiyorum şimdi ayıp olur diye de Ben dedi Demet Akbağ’ dedi. Benim haberim bile yoktu. O dönemde birçok kişi ünlü olmuştu.

Sizin isminize bir dönem başka sıfatlar yakıştırılmış. Dönek olarak adlandırıldınız.

Hayır, döneklik diye bir durum yok. Ben sosyalizmi savundum her zaman. Şimdiki sosyalistler ile aramdaki fark şudur; onlar karşısındaki insanın dini ile kitap ile uğraşırlar. Bundan önce o insanı yaşam koşullarının iyileştirmek için neler yapılması gerektiğini düşünmezler.

Yurtdışına gitmenizin sebebi ne idi ?

1971’de İstanbul’da kaçırılıp öldürülen İsrailli diplomat olayı idi. O zamanda içişleri bakanı Sabri Koçar vardı. Bu işe cesaret edebilecek kim var diye araştırdıklarında birilerini tutup içeriye atmaları gerekti. Benim de eskiden sabıkam vardı ‘Kabataş erkek lisesini yakmaya’ teşebbüsten dolayı adım ortaya atılmıştı. Başkonsolos kaçırıp öldürüldü diye beni de aldılar götürdüler. Orda ağır işkencelere maruz kaldım ve bir böbreğimi kaybettim. Dolayısıyla şu an tek böbrekliyim. Sonra sen aradığımız değilmişsin deyip bıraktılar. 1980’de tekrar bir mahkeme açıldı. Ben askeri mahkemede beraat ettim. Sivil mahkemede suçlu bulundum. Konuda bir kelimedir. O dönemin iki ‘herifi’ var özellikle herif diyorum. Hukuk dehası diye yutturdukları. Sulhi Dönmezer ile Sahir Erman, iki büyük mason üstadı. Bir kelimeden dolayı bana 7,5 sene ceza verdiler. O kelimede Yunus Emre’de geçiyordu. Oradaki kelimeyi cımbızla çekip 7,5 sene hapis veriyor.

Kabataş lisesini mi yaktınız ?

Evet bu gerçek. Menderes’in idamını protesto etmek için bunu arkadaşımla yaptık. Okulu boşalttıktan sonra yaktık. Oradan da Pendik lisesine sürüldüm. 3 senelik liseyi 7 senede zor bitirdim.

Avrupa’da yayıncılık sektörüne devam ettiniz daha sonra.

Evet Avrupa’da ortaçağ dönemindeki Havas ilmini araştıran kitaplar neşrettik. Bunlar Türkiye’de bilinen işler değildi. İlm-i- ledün ve gizli ilimler üzerine araştırmalar yaptık. Okülitizm yani. Bu meyanda herkesin fizikçi ve matematikçi olarak bildiği Newton’un bir çalışmasını yayınladım. İncil üzerine havas ilimi ile ilgili sayılar ve rakamlar ile alakalı bir kitap idi. Bu kitap dünyada olay oldu. Newton Maji ve gizli ilimlerden bilgiler almış birisidir.

Meksika’da ne arıyordunuz?

Meksika’da büyü ve mistik bilgiler çok kuvvetlidir. Orada mitsek diye adlandırılan şaman bir grup vardır. Ortaasya’dan gelen şaman geleneğini devam ettiren grupturlar. Onların dilinde 400’ten fazla Türkçe kelime var. Örneğin çapul tepe diye bir yer var nedir diye soruyorsunuz buraya yani çuvalla tepeye tırmanıp tepeye mabet varmışlar. Orada bilgili kişilerden var bu bilgileri öğrenmeye gittim.

Atatürk’ün vasiyetinin içinde çok önemli bilgiler olduğunu iddia ettiniz. Nedir bunlar ?

Ben diyorum ki Anıtkabir’de belgeler var, o belgelerin içinde de neler olduğunu biliyorum. İsteyen Halifelik ‘de dahil Atatürk’ün vasiyetindeki bilgileri Nutuk’ta ta okuyabilir. Vasiyette,Atatürk’ün bir tezi var. Atatürk tezinde şunları yazmış. ‘Bugün dünyada 3 Müslüman ülke var. Ama bunlar yarın 49-50’taneye ulaşabilirler. O zaman da Müslüman ülkeler de kendi aralarında bir araya gelerek bir üst kurul kurarlar. Ve meclis başkanları rotasyona tabi olarak hilafeti temsil eder. Böyle babadan oğla hilafet olmaz’ diyor.

Kenan Evren ise vasiyette bir şey olmadığını iddia ediyordu?

Ben dönemin cumhurbaşkanı Kenan Evren ile bu konuda çok tartıştım. Kenan Evren diyor ki;ben bunları okudum 400 belgede çok fazla bir şey yok diyor. Sadece Mustafa Kemal Fransız bir bayanla bir gece geçirmiş onu yazmış diyor. Bende dedim ki; 400 sayfa okudunuz aklınızda kala kala bu mu kaldı?Ama hiç şaşırmadım dedim, siz de başımıza çıplak kadın meraklısı bir ressam kesildiniz dedim. Sonra bu olay meclise yansıdı ama bir şey çıkmadı.

Büyük Ortadoğu projesi içinde hilafet kavramının yeri nedir?

Evet bu proje içinde hilafet’te var. Ben bunu Atatürk’ün ölüm yıldönümünde açıkladım. Çünkü 6 kasımda İngiltere istihbarat adamı Türkiye’ye gelip iki tane gizli görüşme yaptı. İngiltere’ye döndü ve bir açıklama yaptı. Dedi ki Müslümanların artık bir halifeye ihtiyaçları var. Ve Türkiye buna öncülük yapmalıdır dediler. Onların kafasında bir şahıs var ve onu halife yapmak istiyorlar,mesele burada. Bende diyorum ki Mustafa Kemal’in dediği çerçevede plan yapılmalıdır diyorum.

Yakında Papa’nın Türkiye ziyareti var. Bu ziyaretin anlamı ne?

Bakın papa Ayasofya’ya gelip bir dua ve takdis etmek gibi niyeti olduğunu öğrendim. Eğer bu işlevi yaparsa Türkiye çok zor bir duruma düşebilir. Bunu daha önceki 6 papa’da Türkiye ziyaretinde yapmak istemişti ama bu isteği engellenmişti. Müzenin takdis edilmesi diye bir olay olamaz. Eğer bunu yaparsa ki orası o zaman onların inancına göre kiliseye dönüşür ki bu da çok tehlikeli bir durumdur. . AB’de milletvekilleri önerge verdiler Ayasofya açılsın diye.
Aziz Anderea günü 30 Kasım’da olacak bu Ortodokslar için önemli bir gündür. Papa dua ederse orası artık kutsal bir yer haline gelir. Tıpkı 100 yıl önce Selçuk’taki Meryem ana bölgesi de böyle olmuştu. Taki papa gelip kutsayınca orası bir hac yeri oldu. Türkiye burada önceden bir tedbir almalıdır.

Patriğin ekümenik iddiası komşu ülkeleri etkiliyor mu?

Bakın, İstanbul’a Ukrayna devlet başkanı gelmişti. Gittiler Patriğin elini öptüler ve orada bir antlaşmaya varıldı. Varılan antlaşma çerçevesinde Ukrayna’daki Ortodoks kilisesi İstanbul’a bağlandı. Bu doğrudan dolayı ABD’nin isteği ile olan bir olaydı. Amaç burada Rusya’yı köşeye sıkıştırmaktır. Putin Türkiye’ye geldiği vakit neden Patriği ziyaret etmiyor acaba?Çünkü ekümen olarak patriği tanımıyor

Yaptıklarınızın amacı ne?

Ben Türk milletinin bir an önce aklını başına devşirmesini istiyorum. İş işten geçtikten sonra hiçbir şey olmaz. Türkiye’yi hiç kimse silahla işgal edemez. En üç kağıtçı birisi bile alır eline silahı çıkar. Türkiye’yi ancak içerden birileri satarsa işgal edilir.

Sözleriniz size düşman kazandırmıyor mu?

Hakkımda birçok sözler var ben bile inanamıyorum neler dediklerine. En son kulağıma gelen iddiaya şok oldum. Benim için normal bir adam olamaz bu adam bu kadar bilgiyi bilemez. bu adamı uzaylılar kaçırmış kafasına çip yerleştirmişler diyor. Türkiye’deki aşağılık duygusuna bakar mısınız. Bir Türkün sıradan bir bilginin üstündeki bilgilere sahip olabileceğine kafası almıyor. Çünkü insanlar şartlanmış. Çünkü bu tür insanlar hep ABD ve Avrupa’dan çıkacak diye.

Peki sizin bilgilendiğiniz kaynaklar nelerdir?

Tamamı kitap ve belgelerdir. Ben belgeleri nereden bulabileceğimi biliyorum. 35 senedir birçok belge topladım. Bunları da Türkiye’nin hayrına sundum.

Bir gazete’de röportajınızda ben Milli Görüş’çüyüm demiştiniz.

Evet gayrı milli bir görüşten mi olacağım ki Biz kuvayı-milliyeyiz bu fikir gayrı millimidir ki. Bir siyasi partiye mal edilemez ki bu ifade ben de milli görüşçüyüm. Buğun eğer bahsedilen bu siyasi hareket iktidar da olsa idi ne Kıbrıs değişirdi nede kürt devleti kurulabilirdi.

Türkiye’nin durumunu nasıl görüyorsunuz?

Türkiye yeniden bir istiklal savaşına hazır olmalıdır. Bu savaş yeniden olacak kaçınılmaz . İçerdeki gayrı ve milli unsurlar arasında bir tartışma olacak bu kaçınılmaz. Bakın PKK terör örgütüdür,anayasaya uygun mudur,yasalara uygun mudur? Peki ben niye yasalara uygun olmayan bir örgüte insan hakları çerçevesinde buna karşı koyayım. Terörün cevabı terördür. Bakın İngiltere de terör zanlısı diye masum bir insanı öldürebildi.

Ailenizin diğer fertleri Türkiye’de değil?

Ben özellikle burada durmalarını istemedim. Benim iki kızım ve bir oğlum var . Onlar yurtdışında yaşıyorlar. Tehdit aldığım için böyle yaşamak zorundayız. Bu işlerde aile hayatı kaldırmaz zaten. Ettiğin laflar ve yaşadıklarınla başkalarına eziyet çektirmenin anlamı yok.

Geçiminizi nasıl sağlıyorsunuz?

Benim geçimin tamamı ailemden kalanlar ile oluyor ve o da bana yetiyor . Bakın benim devlet ile hiçbir alakam yok. Devletten 50 kuruş almıyorum. Şimdiye kadar kaç milyon dolarlar teklif edildi ama kabul etmedim. Yurtdışında yaptığım her olayı da kendi param ile yaptım. Devlette hiç kimse kalkıp diyemez. Ben şu iş için bu adama örtülü ödenekten para verdim diye. Alsaydım bu şekilde kalamazdım zaten.

Venezüella istihbarat örgütünün elemanı olduğunuz söyleniyor.

Evet bunu ben söyledim. 70’li yıllarda beni birtakım çevreler Türkiye’nin KGB şefi ilan etiler. Sovyetler çökünce issiz kaldığımı düşünen bazı kesimler beni daha sonra CIA’nın istasyon şefi yaptılar. Başkaları da beni MOSSAD elemanı yaptılar. Ben de bir türlü milli olamadım. Bende dedim ki ben VİS elemanıyım. Nedir bu deyince de Venezüella gizli servisi dedim. Niye Venezüella deyince de ‘en güzel kadınlar’ orada onun için dedim

MİT ve benzeri örgütler ile hiç işiniz olmadı mı?

Mit nedir ki? Mit’e gelinceye kadar devletin 8 tane başka örgütü var. MİT adını duyduğunuz kurumdur. Şimdiye kadar hiçbiri ile bir para ilişkim olmadı benim.

Türkiye bugün neden bu durumda?

Bilgiye değer vermediği için bu durumdadır. Alın bakın en güzel örnek Trabzonspor, takım hakkında en küçük bir bilgiye sahip olmadan biz gider yeneriz Rumlar dediler. İşte gördük sonucu. Türkiye bu kafa ile bilgiye değer vermediği müddetçe bu sonuçları her zaman alır.
Ecevit’leri ziyaret ettiniz ve bilgilendirdiniz. Daha sonra Türkiye’de tarih konusunda çeşitli tartışmalar başladı.
Evet bizi davet eti Ecevit ailesine bilgilerimizi aktardık. Sadece ben değil İlber Ortaylı da vardı. Bakın herkes belli bir zaman sonra bu tür bilgileri öğrenecek fazla konuşmayayım bu konuları. Bu güne kadar doğru bildiğiniz her olayın yanlış olduğunu öğreneceksiniz. Bakın bunu ilk defa Ecevit söylüyor. Rahşan hanım gibi bir bayan kalkıp din elden gidiyor İslam dinini yok edecekler diye konuşuyor. Bunlar artık Türkiye’de oluyor.

Tarihte hep bir hainlik tartışması var.

Evet Vahdettin hain, Menderes hain. Osmanlı padişahları arasında da üç tane iyi padişah var iddiası yutturulmuş. Osmangazi, Fatih ve Kanuni. Bunlar hep mason teşkilatının bize belletmek istediği söylemlerdir. Diğer 37 padişah hiç mi yi değildi yani?Bir de onları anlatırken işte bunların karısı hep yabancı idi derler. Atatürk’ten önceki tarihimizi tamamı ile inkar ediliyor. Hangi mason varsa o Türkiye’de büyük adam diye tanıtılıyor. Yeter yani kardeşim. Bunların hepsinin bilinmesi gerek. Daha Türk halkı neler öğrenecek duyduğunuz zaman dudaklarınız çatlayacak.

Öldükten sonra nasıl anılmak istiyorsunuz?

Geçen Teşvikiye cami’de bir manzara gördüm onu anlatarak size cevap vereyim. Bir dönem Türkiye’yi yönetmiş İnönü ailesine mensup bir cenaze vardı. Avluda da cenazeyi bekleyen cami cemaatinin yanında bir avuç İnönü ailesi vardı. İçimi hüzün kapladı. Koskoca İnönü ailesi bir avuçtu işte. Tam o sırada da beni telefondan Abdurrahman Dilipak aradı. Ben de ona cenazeyi anlattım. Sonra ona dedim ki ben ölürsem beni Kulaksız mezarlığındaki kimsesizler mezarlığına gömün dedim. Öldükten sonra bu adam memleket için çalıştı desinler yeter.

Karakol örgütünün kurucusu Çerkez Kuşçubaşı Eşref de bildiği birçok bilgiyi yazmış daha sonra hepsini bir sandıkta yakıp yok etmiş. Sizde bildiklerinizi kendiniz ile birlikte mi götüreceksiniz?

Evet maalesef gidecek. Söylenebilecekleri ben zaman içinde kaynak göstererek söyleyeceğim zaten.

Şu ana kadar ortaya çıkarmadığınız sırlar var mı?

Evet çok var. Türkiye’nin tarihi ile ilgili. Bu bilgilerde Türkiye hazır oldukça belli bir insan grubu bunları anlamaya başladıkça anlatmaya çalışacağım.

9 Ağustos 2007 Perşembe


Nazilerle işbirliği yapmış bir Kuru Kafa'cı ve Baron'un hikayesi

-1-

Bush'un dedesi darbeciymiş

İngiliz televizyon kanalı BBC, ABD Başkanı George Bush'un dedesi Prescott Bush'un 1930'lu yıllarda Nazi işadamlarından yardım alarak, dönemin ABD Başkanı Franklin Roosevelt'e karşı darbe planladığını kanıtlayan bir belgesel yayınladı

LONDRA
ABD'de bundan 4 yıl önce 2003 yılının sonlarında ortaya çıkarılan bir gerçek, BBC'nin hazırladığı ve geçtiğimiz hafta yayınladığı belgeselle yeniden gündeme geldi. “The White House Coup” (Beyaz Saray Darbesi) adlı belgeselde ülkenin en köklü ailelerinden biri olan Bush'ların 1933 yılında Beyaz Saray'a karşı darbe planı hazırladıkları ortaya çıktı. Bugünkü Başkan George Bush'un dedesi senatör Prescott Bush'un dönemin başkanı Franklin Roosevelt'e karşı planladığı darbenin ayrıntıları gündeme bomba gibi düştü.

HİTLER'E ÖZENMİŞLER

Dünyanın en güçlü demokrasisine sahip olmakla övünen ülkede ortaya çıkarılan gerçek, Amerikalıların tarihlerini yeniden tartışmalarına yol açtı. Yayınlanan belgelere göre, ülke hem faşizmden hem de 500 bin askerin kalkışacağı büyük darbeyi kıl payı atlatmış. Belgeselde darbenin gerekçesi olarak 1930'lardan itibaren yaşanan ekonomik kriz gösteriliyor. Krizden kurtuluşu faşizmde gören Amerikan sermayesi, Almanya'da iktidara gelen Nazilerle işbirliği yaptı. Ancak 1933'te seçilen Başkan Roosevelt, Nazileşmeye karşıydı.

HEDEF ROOSEVELT'Tİ

Bunun üzerine Dede Bush önderliğindeki zengin Amerikan sağı, 1. Dünya Savaşı kahramanı Orgeneral Smedley Darlington Butler'a askeri darbeye liderlik etmesi için teklif götürdü. Darbe planına göre, Başkan Roosevelt görevi bırakmaya ikna edilecekti. Kabul etmezse, Orgeneral Butler'a hayran ordudan 500 bin asker Beyaz Saray'a yürüyüp Roosevelt'i öldürecekti.

BAŞKAN OLAYI KAPATTI

Darbecileri, Heinz, Maxwell, Du Pont, Goodyear ve daha birçok büyük şirket destekledi. Ama Orgeneral Butler darbe yapmak yerine, Temsilciler Meclisi'nin bir komitesine şikayette bulundu. Komite darbe planını kanıtlasa da Roosevelt, reform programına destek karşılığında komplocu şirketleri afişe etmekten vazgeçti.

Nazi sanayici Fritz'in bankası kullanıldı

Dede Bush, ticari işbirliğini İkinci dünya savaşının sonuna kadar, Nazi sanayici Fritz Thseen'le sürdürdü. ABD Milli arşivler ve kütüphanelerinde yer alan “America's Secret Establishment” Amerika'nın Gizli Örgütü adlı kitapta, Prescott Bush'un ve ortaklarının Nazilerle bağlantıları ve aktiviteleri ayrıntılı şekilde yer alıyor. Belgelere göre Berlin'deki dev Nazi sanayicisi Fritz Thseen'in bankasından (Thyssen Bank) tedarik edilen 240 bin değerindeki banknotlar New York'taki Underwriters Trust şirketine aktarılmış.

Aile yüzyıldır siyaset sahnesinde

Bushlar'ın ataları Amerika kıtasına 1620 yılında İngitere'nin Southampton kentinden Amerika'ya göçmen taşıyan Myflower gemisiyle ayak bastı. Aile, 20. yüzyılın başından itibaren Amerikan yönetici elitinin içinde, bir yer edinme mücadelesine girdi ve üç nesil içinde bir senatör ve iki başkan çıkardı. Dede Prescott Bush, Uzun Amerikan sermayesinin önemli figürlerinden biri olarak siyasi arenada etkisini hissettirdi. 1952 yılında senatör oldu, 1961'de politikadan ayrıldı. Ailenin çoğu Yale Üniversitesi'nden mezun. Ve bunların hepsi 1833 yılında bu okulda kurulmuş ırkçı gizli örgüt “Skull and Bones”a üye.

Kaynak: YENİ ŞAFAK 09.08.2007

http://www.yenisafak.com.tr/dunya/?t=09.08.2007&c=4&i=61076&Dedesi-darbeciymiş

-2-

KaynaK: http://www.komplo.org/ Bölüm: Gizli örgütler...

Neo-Naziler Türkiye'de!


[ MUSTAFA AYDIN ÖZEL NOT: Bush'un ailesinin "Nazi" denilen "kuru-kafatasçı" oluşumlarla irtibatı çok ilginç. Thule örgütüyle İlluminati'nin ortak paydaları, Bush'un dedesi Prescot'un bu fikriyatı Amerika'ya taşıması, Hitler gibi kendilerine finansal destek bulabilmeleri çok ilginç. Kuru Kafa ve Kemikler tarikatinin kökenlerini Sabetaycılığın Hıristiyanlık içindeki uzantısı olan Frankizm'de çok rahat bulabiliyoruz. Bush'un ailesi de Sabetaycı aslında ama Frankizm kolundan. Türkiye'ye uzanan "Baron"u, Sebottendorf'u da bu denklemde asla ihmal etmemeliyiz. "Büyü, Maji, okültizm" takıntılı çevreleri maddi-manevi finanse eden, bilgilendiren Frankist ekolü asla gözardı etmemeliyiz. Bunlar naçizane benim analizlerim. Şimdi Aytunç Altındal beyin yıllar önce yayınlanmış bir röportajını dikkatlerinize arz ediyorum:]

***
Aytunç Altındal, 'derneğin Türkiye kanadında, Nazizmin babası gizli Thule örgütüyle ilişkili Almanlar ve Avusturyalılar vardı. Dernek, 60'larda ordu içinde etkiliydi' diyor.

KAYNAK: 1995 yılında Aktüel dergisinin 229. sayısında yayınlanan dosyada ilginç iddialar yer alıyor:

***
İsviçre'de, Montrö yakınlarındaki Caux kentinde tarihi bir şato... Umberto Eco'nun romanından çekilen "Gülün Adi" filminin sahnelerini andıran bir Ortaçağ dekoru. 1500 kişilik dev salonlar, antikalarla dolu uzun koridorlar. Ve ortalıkta dolaşan siyah cübbelerinin arasında kollarını kavuşturmuş; yaşlı papazlar... Burası bir kilise değil, Hiristiyanlık üzerine ulaslararası çalışmalarıyla tanınan, araştırmacı-yazar Aytunç Altındal'a göre "Moral Re-Armament"in, yani "Manevi Cihazlanma Derneği"nin karargâhı.

SON TOPLANTI 1994'TE

Altındal'a göre, bu karargâhta uzun yıllar çeşitli Türkler eğitim gördü. Son olarak da, l994'te ünlü bir kadın reklamcının organizasyonuyla, 20 başarılı Türk gazetecisi bir hafta ağırlandılar. Papazlar, Türk gazetecilerinin ayaklarını bile yıkadı... "Tüm bunlarda ne var?" denebilir. Altındal'a göre ise, "Çok şey var":

AB'NİN FİKİR BABALARI

"1920'de bir rahip tarafından kurulan bu dernek, 1936'da İngiliz İstihbaratı'nca gizli Nazi sempatizanı olmakla suçlandı. Yıkıcı faaliyetlerle bulunmakla da... İngilizler, derneği 'Beşinci Kol faaliyetlerinde bulunan 'yıkıcı kuruluşlar listesi'nin en başındaki ilk üçe soktular. Dernek, Hitler'in yenilgisinden sonra 1945'te Fransız ve Alman önde gelenlerini gizlice buluşturarak, 5 yılda 3 bin kişiyi biraraya getirdi. Avrupa Topluluğu'nun da nüvesi bu görüşmelerde atıldı. Derneğin ilkesi, Hiristiyan ahlakının üstünlüğü çerçevesinde katolikleri, protestanları ve Ortodoksları birleştirmekti..."
Aytunç Altındal, derneğin bugün de çok etkin olduğunu ileri sürüyor:

"Manevi Cihazlanma Amerika'da en etkili kurumlardan biridir. Bill Clinton yönetiminde çok etkilidir. Butros Gali, Zbigniew Brzezinski gibi ünlü şahsiyetler de derneği övüyor ve Clinton'dan özellikle İslam ve AT konusunda örgütle temas halinde olmasını istiyorlar. Yakın bir gelecekte derneğin Türkiye-Yunanistan ilişkilerinde arabuluculuk görevine soyunduğunu görürseniz, hiç şaşırmayın!"

ÖNEMLİ TÜRKLER DE 'CİHAZLANMIŞ'

Aytunç Altındal bu iddialarını Sabah'ta yayınladığı "Mitler Doğmadan Önce" yazı dizisinde, "Türkiye ve Ortodokslar" adlı kitabında ve Aktüel'le yaptığı söyleşide dile getirdi. Altındal'a göre derneğin bir de Türkiye kolu vardı. "1950'lerde NeoNazi hareketler yeni isimler aldılar. 54-55'lerde İstanbul'u ve büyük şehirleri güzelleştirme dernekleri sardı. Birçok işadamının Avrupa ve İsviçre ile bağlantıları, bu dernekler aracılığıyla oldu" diyen Altındal. Türkiye'de Manevi Cihazlanma Derneği'nin de kurulduğunu açıkladı:

'27 MAYIS'TA ETKİLİ OLDULAR'

"Dernek, Caux'daki şatoda eğitilmiş Türkler tarafından 1958'de Ankara'da kuruldu. 40 kişilik kurucu kadrosunun toplantıları Bulvar Palas'ta yapılırdı. Derneğin onursal başkanı, dönemin İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay'dı. Ünlü mason Ekrem Tok ve İstanbul'da yaşayan bazı Alman, Avusturyalı ve Polonyalılar da üyeler arasındaydı. Bunların bir kısmı, geçmişte Nazi Partisi'nin babası olan gizli Thule örgütüyle sıkı ilişkileri olan kişilerdi. 27 Mayıs'ta çok etkili oldular. Dernek, Fener Patrikhanesi'ne Vatikan gibi 'Devlet içinde devlet' statüsü verdirmek için ugraştı, Menderes'e tavsiyede bulundu. 60'larda ordu içinde de etkiliydi..."
Aktüel, Emniyet Genel Müdürlüğü ve Dernekler Masası'ndan derneğin kayıtlarını araştırdı. Aldığımız cevap, "Dernek 1967'de feshedilmiş. Evrakları da SEKA'ya gönderilmiş" oldu...

Manevi Cihazlanma Derneği'nin kurucu listesine ulaşmak mümkün olamadı. Kurucuların çoğunun yaşamadığını da öğrendik. Ama derneği çok iyi hatırlayan biri vardı: 27 Mayıs döneminin devrimci gençlik lideri Dr. Memduh Eren. 12 Mart döneminde sol cunta davalarından yargılanan ve ağır işkenceler gören Eren, dernekle ilgili duyduklarını şöyle anlattı:

CELİL PAŞA VE İKİ YAHUDİ AİLE

"Dönemin ihtilalci subaylarından, rahmetli Celil Gürkan Paşa'nın en yakın dostlarındandım. Paşa ve eşi 1972'de bana derneğin kendileriyle ilgilendiğini anlattılar. 1960'da; ihtilalden 10 gün sonra Celil Paşa Kıbrıs'ta görevli iken, İstanbul'dan komsuları olan iki Yahudi aile ziyaretlerine geliyor. Ve birlikte İsviçre seyahati yapmayı teklif ediyorlar. Paşa 'Mümkün değil. İhtilal oldu, görevimi terkedemem' diyor. Bunun üzerine İstanbul'daki 1. Ordu Komutanının telefon emriyle Celil Gürkan'a 3 ay izin çıkartılıyor. Gürkan ve eşi, Yahudi ailelerle beraber İsviçre'deki derneğin şatosuna gidiyor. Orada 15 gün boyunca, günde 6 saat ders altında, beyin yıkamaya maruz kalıyorlar. Sonunda da "Spor elbisesi alacağız' diye şatodan kaçıp Paris'e, yakınlarının yanına gidiyorlar..."

NAZİ LİDERİ TÜRKİYE'DE Mİ SAKLANDI?

Altındal'ın Sabah'taki dizisinde ortaya attığı bir çarpıcı iddia da, Hitler'e ve Nazi partisine kaynaklık eden gizli Thule örgütünün liderinin, 2. Dünya Savaşı'nda Nazi yenilgisinin ardından, "ölü" gösterilerek yıllarca Türkiye'de saklandığı... Peki Manevi Cihazlanma Derneği ile bu liderin gizlenmesi arasında bir bağlantı var mı? "İki olay paralellik arzeder" diyor Altındal. "Thule'nin lideri Rudolf von Sebottendorf, 1945-1957 arasında Türkiye'de 'Görünmeyen eller' tarafından korundu. Balıkesir ve Adana'da saklandı" diye de ekliyor. Peki saklayanlar kim? "Beni fazla zorlamayın. Ben de hir kitap yazıyorum. Önümüzdeki günlerde ABD'de çıkacak kitabımda bazi şeyleri açıklayacağım" diyerek bu soruyu yanıtlamıyor.
Aytunç Altındal'a, "Hem 'Dernek Nazi sempatizani' diyorsunuz, hem de üyeler arasinda Masonların da bulunduğunu söylüyorsunuz. Bu çelişkili değil mi? Yahudilikle masonluk arasında bir ilişki yok mu?" diye soruyoruz. Buna cevabı da şöyle:

"Dernek Yahudi aleyhtarıdır. Bünyesine hiç Yahudi almamıştı. Türkiye'deki şubesinde de Yahudi yoktu. Ayrica sanıldığınin aksine Yahudiler Masonları değil. Masonlar Yahudileri kullanır. Almanya'daki 24 bin masondan, sadece 400'ü Yahudidir..."

Dünyayı yönetenler arasında gerçekten insanlığın bilmedigi gizli örgütler de mi var? Bunların kolları Türkiye'ye de mi uzanıyor? Aytunç Altındal'ın bu sorulara cevabı "Evet!". Bu cevabın daha somut kanıtlarını öğrenmek için ise, ABD'de çıkacak kitabı beklemek gerekecek anlaşılan...

MİT ESKİ DAİRE BAŞKANI MAHİR KAYNAK:

"NeoNazizm'in arkasında ABD var!"

Aytunç Altındal'ın ortaya attığı, son yılların bu en çarpıcı komplo teorisi hakkında, bir başka komplo teorileri uzmanı olan Prof. Mahir Kaynak'ın da görüşünü aldık. Kaynak, teoriyi kısmen doğrulayarak şunları ekledi:"2. Dünya Savaşından sonra Alman gizli servisinin artıklarını Amerika devraldı. Bu kadroların büyük bölümünü Güney Amerika'ya kaçırdılar. Hatta buna 'Odessa Operasyonu' adı verildi. ABD'nin Güney Amerika'daki operasyonlarını bunlar yürüttüler. Bunlar, yenik, esir ve suçlu eski Nazilerdir. Ve Amerika bunları istediği gibi kullanır. Çünkü istendiği an idam edilebilirler!
NeoNazizm'i de Almanya'nın hareket alanını sınırlamak için ABD hortlattı. Şu anda Alman gizli servisi, Nazi aleyhtarı ve sosyal demokrat ağırlıklıdir."

Osman Aytun[ç] Altındal Kimdir?

Lise yıllarında, okuduğu Kabatas Lisesi'ni kundaklama teşebbüsünden, bugünün uluslararası din uzmanlığına uzanan ilginç bir hayat çizgisi var Aytunç Altındal'ın. 1970'lerde TKP'nin "Bizim Radyo"su onu "Atatürk'ün kurdurduğu sahte TKP'nin üyesi" olmakla suçlarken, Marksist dergiler çıkartıyordu. Son yıllarda ise Refah Partisi'ne ve askerlere yakınlığıyla göze çarpıyor. Altındal, yılın yarısını ABD'de geçiriyor, Hiristiyanlıkla ilgili çalışmalar yapıyor.

HİTLER'İN ARKASINDAKİ ADAM

SEBOTTENDORF'UN TÜRKİYE GÜNLERİ


Nazizmin kurucusu, Türkiye'de saklanmış 1912'de kurulan gizli Thule örgütü, Aytunç Altındal'a göre Hitler'in ve Nazizmin babasıydı. Hitler'i siyasete sokan, yükselten ve ona mali destek bulan da Thule'ydi. Gamalı haçlı Nazi bayrağını bile Thule hazırlamıştı. Bu örgütün lideri Baron Rudolf von Sebottendorftu. 1875'te dogan "Baron", aslinda bir isçinin ogluydu. Ama 1910'larda bir soylu Alman ailesi tarafından evlat edinilerek "Baron" sıfatını kazanmıştı. Nazi Partisi'nin ilk hali olan Alman İşçi Partisi'ni de Baron ve örgütü kurmuştu.
Alman tarihçileri "Baron 1934'te Hitler'le çelişkiye düştü ve öldürüldü" dedilerse de, ölmemiş ve İstanbul'a kaçırılarak 1934-45 yılları arasında Alman istihbaratı görevlisi olarak çalışmıştı. Burada Taksim ve Teşvikiye'de yaşamış, Türk önde gelenleriyle dostluklar kurmuştu.
İngilizler "1945'te Almanya teslim olunca baron intihar etti" diyorlardı. Aytunç Altındal ise tersi görüşteydi: "Baronun hayatını araştırdım. Ve Baronun 'öldüğü' söylenen tarihten 12 yıl sonra, bir başka soyadı ile 1957'de Balikesir'den Antalya'ya gelen 3 kişilik bir Alman heyetinde yer aldığını, Antalya'da iki gece Cumhuriyet Oteli'nde kalarak Adana'ya geçtiğini saptadım. Sebottendorf'un 1945-57 yılları arasında Türkiye'de 'Görünmeyen eller'ce korunduğu sanılıyor..."
Ya Manevi Cihazlanma Derneği? Onun burada rolü var mı? Altındal, "Detayları kitabımda yazacağım" diyor Ama "Dernekle Sebottendorf arasında paralellik var' demekten de kendini alamıyor...